Koltuğuma yaslanıp gözlerimi kapatınca zaman durmuş, az önceki gürültülü sesler silinerek kaybolmuştu. Belki de onları, bir an için unutmak istediklerimin yanına göndermiştim. Aslında unutmak istediklerimi, bellek denen düzeneğin çekmecelerine çizgisel zamanlara bölerek yerleştirmekten her daim kaçınırım. Ama gelişi güzel yerleştirilmiş olsalar da varlıklarını yadsıyamam. Onlar benim öldürmek isteyip de öldüremediklerimdir.
Bellek seslerinden ibaret bir mekânda gerçekliği ima eden bir hikâye yazmak için bir kehanet olmalıydı. En azından, insanlık tarihinden örnekler böyleydi. Mesela; Akad kralı yüce Sargon babasını hiç bilmedi. Rahibe annesi tarafından dünyaya getirildi ve sazlardan yapılma bir sepete koyulup, açıklığı ziftle kaplanarak nehre bırakıldı. Sudan çıkıp zorlu yolculuğunu tamamladı ve kral oldu. Musa’nın hikayesi de buna benzerdi. Nehre atılma nedenleri farklıydı belki ama, onların hikayelerini başlatan bir kehanetti.
Yonttuğum kalemin ucundaki şimdi, benim için kehanetin başlangıcı olmalıydı ve buradan kesinlikle iyi bir hikâye çıkartabilirdim. Kalemimi masaya bırakıp pencereyi açmak için yürüyünce cep telefonum çaldı. Derinden, şiddeti azalarak ve çekip gittiğinde içimden bir şeyleri söküp atarak…
Alo sesinden sonraki konuşmayı soğukkanlılıkla dinlediğim, ahizeyi yerine koyduğum ve soğukkanlılığımı korumaya devam ederek yola çıktığım anlar, dışarıdan gelen yağmur ve sarı yaprak kokularının ardından odamın içinde belirmeye başladı.
O günün sabahında babamın ölüm haberini almıştım. Gidişim sıradan bir görevi tamamlamak, gayri resmi ölüm olayını resmileştirmek içindi. Deniz ile göğün mavisini bölen ufuk çizgisinin üzerinde ki sonsuz boşluk hissi veren hareketsiz bölgeye bakarken, düşüncelerimin saatler gibi sürüklene sürüklene eridiğini hatırlıyorum. Nuh’un gemisi azgın dalgalarla boğuşuyordu ve biz de içindeydik. Bekliyorduk. Güvercin gemiye geri dönecekti. Ve biz karaya çıkacaktık. Dilimizin ucuna kadar gelen harfleri kelimelere dönüştürüp cümleye dökemiyorduk. Aynadaki kişi ve ben, görevimizi ifa etmek için odaklanmıştık. Aynadakinin yüzünde bir zamanlar her daim var olan o çocuksu, o saf meleğin mezbahaya götürülen kuzu bakışlarını ve dudaklarında yığılan kelimelerin suskunluğunu görebiliyordum. Kalabalıktan uzak bir köşeye kıvrılmış, her zamanki vurdumduymazlığı ile bana bakıyor, gölgesi, sancılı bir haz içerisinde çizgilere doğru uzuyordu.
Tahta atın sis perdesinin içinde gacır gucur sallandığını görüyordum. Babam, bir lanetliye bir iblise bakar gibi, gözlerini attan alıp bana dikti ve ruhuma dolandı. Çizgilerin sonunda, uçurumun kenarında ki beni yakalamıştı. Sesi yankılanarak geliyordu. Karanlık tünellerden geçiyorduk. Annem bu karanlıkların birinde yüzü gözü kan içinde titrerken sallanan sandalyedeki babamın bıyığına yarı ters gün ışığı vurmaktaydı. Atın tıkırtısını duyabiliyordum.
Bu korkunç seslerden kurtulmanın yolu, hayal kurmaktı. Hayal kurarken insanların yaşadığı dünyadan kopar, yeşeren ağaçlarla, çağıltılı şelalelerle, oyunlarla dolu başka bir dünyaya giderek çocuksu hallerime bürünür, yumruk kadar küçülürdüm. Çocukken, büyüdüğümde hayallerimi yanıma alacağımı ve güneş olup, ejderhalara kafa tutan yüce bir varlığa dönüşeceğimi zannederdim. Meğer büyümek acı çekmekmiş. Ve büyüdükçe de karanlığımıza attıklarımız; içindeyken dışına çıkamadığımız, dışındayken de içine giremediğimiz duvarlarla örülüydü. Arkadaşım hayallerse çoktan, birer ikişer uçup gitmişti.
Arabayı park ettikten sonra, soğukkanlılığımı korumaya çalışarak dışarı çıktım. Hastane önünde kâh sohbet eden kâh hüzünlenen hatta gizlice şakalaşan üç beş insan vardı. Ambulansları geçerek ilerledim ve morgdaki cesedin soğuk yüzünde, tahta atın sallandığı sahnedeki babamı gördüm.
Suya gömülen zaman uyanmış ve düzensiz bir sarmalın içinde dönmeye başlamıştı. Az önce yonttuğum kalemin ucu da o sarmalın içinde hazır, beni bekliyordu. Zamanın ne içinde ne de dışındaki zihnim gibi…