Otobüs abartılı bir tıslamayla durdu ve yolcularını indirdi. Tüm yolcular aheste indi otobüsten, biri hariç. İlk defa geliyordu buraya. Herkes çantalarını bir hengameyle alırken o kafasını eğerek denizi görmeye çalışıyordu. Çantasını yanına almıştı, hemen inerim umuduyla. Güç bela indi arabadan. Terminal demeye bin şahit isteyen bu yere bile görür görmez vuruldu. Yalın bir koy bu kadar güzel olamaz diye geçirdi içinden. Buradan denize kadar uzanan sedir ağaçları, serpiştirilmiş onlarca beyaz sıvalı evden başka bir şey görünmüyordu. Dikkatli bakınca denizde yüzen karınca adamlar seçiliyordu. Havayı ciğerlerine doldurdu. Her şehrin ayrı bir kokusu olurdu, onu çekti içine. Garipsemedi buranın kokusunu. Yokuş aşağı saldı kendini. Denize yaklaştıkça sedir ağaçlarının arasını minik sıvalı yapılar doldurmaya başladı. Bir eczaneye girdi güneş kremi almaya. Güleryüzlü eczacı İngilizce selamladı onu. Buralı olmadığı çabucak anlaşılmıştı, içten içe bozuldu. O aldırmadan devam etti buranın diline. En ucuzunu buldu, çıktı. Merkeze iyice yaklaşmıştı artık. Beyaz binalar iyice bitişiyordu, sağı mütemadiyen deniz. Solda gölgelik bir bara attı kendini. Az sütlü kahvesini söyledi. Başı tutmuştu. Kahve gelince bir teşekkür, hemen çıkardı paketten sigarayı. Buranın tek sigarayla biten kahvelerini seviyordu. İçerken gözünü denizden ayırmadı. Manzaraya bakarken bir şeyler düşünmeyi bekliyordu ama aklına hiçbir şey gelmedi. Biraz canı sıkıldı buna. Şu manzarada kendine mutsuzluk çıkarmasına daha da bozuldu. Verdi bir otuzunu, devam etti sahile. Sahil şeridinde beyaz sıvalı yapılar. Kimi otel, kimi ev, kimi restoran. Evdekiler dışarıya bir masa atmış, denizi izleyip şarap içiyorlar. Bir yanları otel, umurlarında değil. Koyun bitimine doğru sol tarafta ufacık bir meydan. Meydan dört dükkanla çevrilmiş. Biri kafe, biri dondurmacı, diğer ikisi mezeci. Sabah kahvaltı edeceği yeri de, akşam yemek yiyeceği yeri de bu kadar kolay bulmasına sevindi. Buranın hemen yanında pansiyonunu buldu. Hızlıca çantasını attı odasına, soluklanmadan çıktı.
Koyun tam ortasında market bakkal arası bir yere girdi. Sahilde şezlong yok, herkes kendi şemsiyesini yanında getirmiş. Etiket 20 Euro, pazarlık sünnet. Kasada nemrut, yaşlı bir amca. Adamın suratından bir kuruş indirim alamayacağını anlayınca somurtarak 20 Euro’yu uzattı. Koltuğunda şemsiyesiyle yer aramaya başladı sahilde. Plaj hıncahınç, yine de çıt çıkmıyor. Şaşırdı. Deniz sırasına yakın bir sırayı gözledi. Güneş tepedeydi, hava da sıcaktı ama terlemiyordu nedense. Şemsiyeyi dikecek bir nokta buldu nihayet. Ahaliyi rahatsız etmemek için kimseye çok yakın olmamaya fazlaca özendi. Çaktı kazık kısmını, iyice gömdü kuma. Tavşana yetmeyecek bir gölge oluştu. Onun da altına havlusunu serdi. Şu birkaç dakikalık gayret onu şarktan olmadığına inandırdı. Gururlandı. Güneş gözlüğünü taktı ve bir sigara daha yaktı. Etrafı izlemeye koyuldu. Kırklarının ortasında yeni bebekli aileler, kalabalık arkadaş grupları, güneşten kaçmak için var gücüyle çalışan zayıf, yaşlı kadınlar, eşcinsel çiftler, kendi gibi tek başına plaj sefası sürenler… hepsini dikkatle inceledi. Herkes gülüşüyor, konuşuyordu. Ses kakafoni yaratmıyordu. Dingin, melodik, kısık bir sesti tüm sahil. Sahildeki kadınların ekseriyeti üstsüzdü. Orta yaştakiler koyvermişti. Sarkmış göğüslerini güneş kızartırken gündelik işlerini aynı doğallıkta hallediyorlardı. İp bikinili, sarı beyaz, dipdiri kızlarsa farklıydı. Bunlar yattıkları yerden kalkmıyor, ara sıra ellerini dik göğüslerine siper ediyor ve sırtlarını güneşe dönüyorlardı. Onun içini gıdıklayan yalnızca çekici vücutlar değil, bu hınzır tavırlardı. Gözlerini alamıyordu. Onların yaramaz gülüşleri, sahte utangaçlıkları ve cilveleri karşısında mest olmuştu. Gayriihtiyari diğer erkeklere baktı. Kaçamak bakışlar dışında bu taze bedenlere kendi kadar kitlenen yoktu. Utandı. O an garptan olmadığını anladı, koca sahilde sığıntıydı. Bazıları da onun bakışlarını fark ediyor ve gözlerini ondan ayırmadan kıkır kıkır gülüyorlardı. Bu gülüşler karşısında hem kanı kaynıyor hem de çaktığı şemsiyeden daha dibe gömülüyordu. İçinden şemsiyesine sövdü, ter dökmüştü. Denize girmek için ayaklandı.
Usul usul yürüdü denize doğru. Çok beklemeden ılık suya tüm vücudunu soktu. Boyda insan kalabalığı vardı, uzun bir nefesle battı. Kimseyi rahatsız etmeden, ayaklarını çırpmadan kalabalıktan uzaklaştı. Yorulunca sırtüstü uzandı. Güneş harsızdı. Deniz suyu yabani ve ılıktı. İki dakika hareketsiz kalınca sinsi balıklar hemen ısırmaya başlıyor. Elektrik çarpmışa çeviriyor. Buraya da Akdeniz deniyor, bizimkine de diye düşündü. Bizim güneş tatlı tatlı yakar. Güneş yakınca su hemen çağırır. Ana kucağı deniz insana tüm dertlerini unutturur. Balıklar insana, insan balıklara bu kadar bulaşmaz bizim kıyılarda. Deniz, boğucu sıcak yaz akşamında serin yatağa yatmak gibidir bizde. O buranın denizini, buranın denizi onu benimseyemedi. Belki deniz aynıydı da insan tek olunca bir şeyden keyif almıyordu. Aklına sevgilisi geldi. Ne kadar ısrar etmişti, gel bu sene burada yaşayalım diye. O okuyacaktı, kendi de isterse dil öğrenirdi. Sonra beraber dönerlerdi, sorun çıkmasın diye dönünce evlenmeyi bile vaadetmişti. Kız kabul etmedi. Ama Allah’ı var, onun gitmesine de karışmadı. Yalnız nasıl oldu anlamadı, bahsini açtığı evlilik mevzusu somutlaştı. Aileler tanıştı, herkes onun gidip gelmesine razı oldu. İki ay sonra nişan olacaktı. Öyle çok şatafatlı değil, aile arasında bir tatlı yenecekti. Büyütecek bir şey yoktu. Okuldan sonra iş bulabilirse belki beraber taşınabilirlerdi.
Balıklar saldırıyı sıklaştırdı, def etmeye kararlıydılar onu. Bunaltı ve düş kırıklığı içinde çıktı denizden. Güneş iyiden iyiye ferini kaybetmişti. Çıkan rüzgar bulutları topluyor, hava sertleşiyordu. Sahil seyrekleşmeye başladı. Yorulmuştu. Plaj boşalırken sahil şeridi doluyor, insanlar bu serin yaz akşamının keyfini çıkarmaya hazırlanıyordu. Eşyalarını topladı ve pansiyona girdi. Birkaç saat odasında dinlendikten sonra sıkıldı. Aklı bu tatlı akşamın sefasını süren Batılılarda kalmıştı. Aylardır burada olmasına rağmen kurduğu arkadaşlık sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Birkaç kuzeyli solcuyla gece içmeleri, Mağriplilerle gidilen dönerciler, birkaç da hemşehri. Kuzeyliler ağaçkakan gibi, tek konuştukları Türk siyaseti. Amaçları ülkelerine dönünce öğrendiklerini ahbaplarına satmak, bir doğuluyla kurduğu arkadaşlığı gururla anlatmak. Mağripliler, haram lafını ağzından düşürmüyor, illallah ettiriyor. Hemşehrilerleyken her şeyi otuzla çarpmaktan imanı gevriyor.
Meydanda hıncahınç dolu mezecinin terasına oturdu. Karides, ahtapot, bir şişe de beyaz şarap ısmarladı. Usul usul yiyor, hızlı hızlı içiyordu. Sağa sola bakmaktan ve yalnızlıktan ne yediğini anlamıyordu. Her yaştan insan bağıra çağıra konuşuyor, gülüp eğleniyordu. Gözüne genç bir arkadaş grubu takıldı. Hepsi belli ki buralı, büyük bir şamatayla yemeklerini yiyorlardı. İmrendi ve onları izlemeye koyuldu. Gruptan biri gözüne çarptı. Göz göze geldiler. Kız ne güzel ne çirkindi. Buğday tenli, uzun sarı saçlı, yuvarlak hatlıydı. Gözleriyse kıpır kıpırdı. Hem sevecen hem alaycı hem de tehditkardı bakışları. Kızın üstünden gözünü çekemedi. Kız da inadınaymış gibi kaçırmadı bakışlarını. Sabahtan hatırlamıştı onu. Plajda kızların orasına burasına bakan, yabancılığı her halinden belli bu utangaç, garip kara çocuğu merak etmişti. Arkadaşları fark edip gülüşmeye başladılar, o utanıp hemen tek kişilik yemeğine döndü. Şişenin yarısını bitirmişti. Esen tatlı rüzgar denizi burnuna getiriyor, içinin yangınını hafifletiyordu. Kız aklından çıkmadı, iki üç yudumda bir gözleri buluşuyordu. Bir kadeh geçti geçmedi, kız masasına geldi. Sigara istedi. Tebessümle uzattı paketi. Tatilde misin? Diye sordu kız. O heyecandan, bildiği yarım yamalak dili de unutmuştu. Karman çorman bir cevap verdi. Kız bu sefer İngilizceye döndü. Nereden geldiğini sordu, masalarına davet etti, burada kimse tek başına yemek yemez dedi. Tek başına olduğunu anımsayınca ezildi. Hala onların dilinde konuşmaya çabalıyordu. Rahatsız etmeyeyim gibilerinden bir şey saçmaladı. Kız elini ona doğru uzattı, başıyla hadi işareti yaptı. Onu kalabalık masaya götürdü. Bir eli kızda, diğer eli şarap şişesindeydi. Tabiatında olmayan bir şeyi, yarım şişe şarabın da yardımıyla kolayca yapıyordu şimdi. Kız onu tüm masaya tanıştırdı. Aksanlı ve coşkulu bir İngilizceyle karşılanmıştı masada. Sonrası aylardır alışık olduğu rutin. Evet, İstanbul çok güzel bir şehirdi. Hepsi gelmeyi çok istiyordu. Evet, ekonomi iyiye gitmiyordu. Neredeyse bir yılda garbın istediği, en ilgi çekici bulduğu cevapları deneme yanılmayla öğrenmişti. Bu soruları sorarken yüzlerinde oluşan o samimiyetsiz empati mimikleri, içgüdüsel olarak küçümseyici bakışlar ezberindeydi. Daha ağızlarından “İstanbul” çıktığı anda olacakları biliyordu. O konuşurken kız eli çenesinde ilgiyle onu izliyor, dibinde oturuyordu. Bazen dirseğini dirseğine, bazen bacağını bacağına dokunduruyordu. Bir müddet sonra masanın oryantalist ilgisi son buldu. Anadillerinde bir konuyu konuşmaya döndüler. Kelimeleri seçe seçe neyi konuştuklarını bulmaya çalıştı. Bu arada kız ona buradaki zamanıyla ilgili şeyler soruyor, daha o sözünü bitiremeden başka bir şey anlatmaya koyuluyordu. Kız konuşurken temasını hiç eksik etmiyordu. Gözlerini bir an olsun gözlerinden ayırmıyordu. Ne istediğini, ne yapacağını biliyordu. Kendiliğinden olur gibiydi her şey. Kızın bu iş bilir hali ona tesir etti. Artık ikisi ayrı bir masa olmuştu. Kalan şarabından önce kızın kadehine koyuyor, daha sonra kendine ekliyordu. Cesaretlenmesi için daha fazlasına ihtiyaç duyuyordu. Kız ise onun bu çekingen, iş bilmez hallerini hiç bozuntuya vermiyor ve devam ediyordu. Yan masadan da şarap takviyesi aldılar.
Epey zaman geçti. Restoranda tüm masalar kalkmış, garsonlar temizliğe başlamışlardı. Masadan biri bunu fark etti. Herkesi duruma uyandırdı. Hesaplar ödendi, bomboş meydana doğru yürüdüler. Hepsi de ekipten birinin aile yazlığında kalıyordu. Yüzlerinde hınzır bir gülümseme vardı. Hızlıca vedalaşıldı. Kıza anadilinde kahkahalarla takıldılar. Hepsi gitti, kız kaldı. Küçük meydanda sadece ikisi vardı şimdi. Kız nerede kaldığını sordu. Elini tuttu. Vücudunun tüm ateşi göğsüne, oradan da kafasına gitti. Heyecanını belli etmemeye çalışıyordu ama hiç beceremiyordu. Kız onun bu haline bıyık altından gülüyordu. Mezecinin karşısındaki pansiyona çıktılar. Işığı açmadılar. Restoranın tabelası odada hoş bir loşluk yaratmıştı. Kız kendini yatağa attı. Eliyle gel yaptı. Kalbi dört nala koşan bir at gibiydi. Kulaklarında duyuyordu atışlarını. Yanına gelir gelmez kız da fark etti. Güldü. Onun bacakları da alev alevdi. Deniz tuzu, şarap, şampuan kokusuna gömüldü. Kızın tüm şehvet yakarışları anadilindeydi. Böyle bir ilişkiyi ilk ve son deneyimleyişi olduğunun daha o an farkındaydı. Bu aşk değildi, sevgi değildi. Bilinmeyen bir toprağı keşfetmek, fethetmekti. Nasıl uyuduğunu hatırlamadı. Gün doğarken korkunç bir baş ağrısı ve kupkuru bir ağızla uyandı. Yanında yatan kıza baktı. Başka bir dilde konuşmayınca, tesirli bakışlarını üstüne dikmeyince hiçbir albenisi yoktu. Pişmanlığın ezici ağırlığı bir anda üzerine çöktü. Ciğerleri dün geceki şarap ve sigaralardan dopdoluydu. Kütür kütür öksüresi vardı lakin kızı uyandırmayı göze alamadı. Kendini dışarı attı. Genzinden ter, şarap ve yabancı tenin kokusunu çıkaramıyordu. Tiksindi. Hemen telefonunu çıkardı, İstanbul bileti baktı. Sevgilisini görmeyeli üç ay olmuştu. İki gün sonrasına ucuz bilet buldu. Kesin dönüştü bu. Okulu uzaktan hallederdi, burada iş de aramayacaktı. Memleket her şeye rağmen bir başkaydı. Güvenli, şefkatli bir koyundu. Güneş etrafı iyice aydınlatmaya başlamıştı. Meydanın üç beş esnafı dışında tüm kasaba tatlı yaz rüyalarının esareti altındaydı. Yeni açılan kafeye girdi, kahvaltısını yaptı. Pansiyondan çantasını bile almadan doğrudan kasabanın otogarına gidip ilk otobüsü beklemeye koyuldu.