Acı Eşiği

 Evim, temiz ve düzenliyken, her şey yerli yerindeyken huzur buluyordum. Anne elinin değmiş olduğu belli olmalıydı her köşede. Buram buram temizlik kokusuna, mutfakta pişen yemeklerin aroması karışmalıydı. Sokak kapısından giren gözlerini yumup havayı koklamalıydı içine çeke çeke. Bitap düşmüş tükenmiş bedenimde, yüzlere yayılan sevgi ve huzur tüm yorgunluğumu alıp götürmeliydi. Beni mutlu eden buydu. Burası da bundan sonra son evim olacağına göre ve ayrıca ağrı eşiğim de yüksek çıktığına göre istediğim gibi kazınırım. Şimdi bunu Şehnaz’a söylesem bana ergen ağzıyla “boş yapma” diyecek. Olaya klinik psikolojik açıdan yaklaşıp bunu terk etmemin yolları olduğunu tekrar ve tekrar beş milyon otuz sekiz bin üç yüz altmış dokuzuncu kez anlatacak. Sen önce kendine bak diyemiyorsun. Sen önce kendi klinik psikolojik sorunların ile baş et diyemiyorsun. Bunu ört bas etmek için kendi yaralarını kanatmamak,  başkalarının yaralarını tedavi etmek için bu yolu seçtin, diyemiyorsun. Tıbbı, bilimi asla yadsımıyorum ama kitaplarda yazdığı gibi olmadığını, anlayamadığımız Latince kelimeleri kullanarak kafamızı bulandırdığınızı siz de kabul edin lütfen. Hayat böyle yaşanmıyor. Herkesin yarası kendi canını yakıyor. Misal, ben parmağımı kestiğimde senin canın yanar mı? Yanmaz. Ha belki sen de daha önce aynı haltı yediğindeki acıyı az çok tahmin eder, hatırlarsın. Ama benim çektiğim acıyı, iyileşme sürecindeki sancıların aynısını sen yaşayamazsın. Hiçbirimizin acı eşiği aynı yükseklikte değil, hiçbirimizin dayanıklılığı eş değil. Hayat herkese aynı güzellikte ya da aynı çirkinlikte görünmüyor. Hayat…

 “Hayaaaaatttt!”

 “…………”

 “Allahın cezası, gavurun dölü, nereye kayboldun yine!”

 “Karnım ağrıyor”

 “Haspamın canı da pek tatlı! Geçer geçer büyüyünce unutursun.”

 Unutmadım. Geçti ama unutmadım. Kimsenin bilmediği, o eşikten geçerken unutmadıklarımı da yanımda geçirdiğimdir. Hayat, Hayat için böyle başlamıştı “gavurun dölü” olarak. Belki de böyle başlamamıştı. Anneli günlerinde farklıydı da işte anneli günlerini pek hatırlayamıyordu. Dik başlı Şehnaz’a da birkaç kez böyle seslenmişti de masmavi gözleri kıpkırmızı birer kor halinde ona baktığında geri adım atmıştı babaannem. Benden iki yaş küçük kız kardeşim hep taş duvarlar gibi soğuk, kale surları gibi dimdik, yediği bütün azarlara, aldığı bütün darbelere karşı haşmetle dalgalanan bir bayrak gibiydi. Tıpkı anneme benziyordu. Sapsarı ipek gibi saçlar, masmavi boncuk gözler, bebek gibi pespembe bir ten minicik kalkık bir burun. Bense babama benziyordum. Esmer, buğday tenli, kömür gibi kapkara sürmeli gözlü, uzun kirpikli. Karakterimizdeki zıtlığın somut bir göstergesiydi görünüşümüzdeki benzersizlik. Annemden nefret eden ona gavur diyen babaannemin, babama bu kadar benzeyen bana kötü, annemin bir kopyası olan Şehnaz’a ise kayıtsız davranışlarının nedenini büyüdükçe az çok tahmin etmeye başlamıştım. Doğarken üzerimize yapışan bu kimlik karmaşasında, kabul görmek için itaat edeni ezmek, çiğnemek daha kolaydı sanırım. Öfke aynı zamanda korkuyu da barındırıyordu. Şehnaz’dan hem nefret edip hem de korkuyordu babaannem. Bense babamın hiç istenmeyen hatta istemelerine fırsat vermeden Almanya’dan karısı olarak alıp getirdiği töresine, geleneğine uymayan, uyamayan, üstüne üstelik iki kız doğuran sonra da çekip giden gelininin ve başlarını öne eğdiren babamın faili olarak görülüyordum. Hayat. En kolay Hayat’ı suçlamaktı. Bitmek bilmeyen öfkenin kabararak hayatı cehenneme çevirdiği bu ailede Şehnaz benim için, kavurucu sıcakta gölgelendiğim bir ağaç, şırıl şırıl akan serin bir pınar, topraktan yayılan miski amberdi.

 Kayıp çocukluğumun ve gençliğimin yeniden yaratıcısı, mimarı canım kardeşim Şehnaz. Kimse bilmez, sen de inkar edersin ama ben biliyorum ve artık bu yüklerinden kurtulmanı istiyorum. O dik duruşunun altındaki acıyı, o eşiği bir türlü geçemediğini, acını bırakmamaktaki ısrarının nedenini ben biliyor, ben anlıyorum. Şu komodinin üzerinde duran kim bilir kaç kez fırlatılıp atılmaktan camı çatlaklarla dolu soluk sarı resmin unutmama sembolü olduğunu biliyorum. Ortadaki kadının yüzünün mavi tükenmez kalemle neden boyandığını biliyorum. Ben acılarımı dindirmemin yolunu çiftlikte çılgınlar gibi çalışıp bedenimi yorarak, sense hem zihnini yorarak hem de babaannemi sinir ederek bulmuştun. Babaannemin, “Söndürün ışıkları  yatın  zıbarın gavurun dölleri!” diye içeriye girmeye cesaret edemeyip kapının önünden çemkirdiğinde nasıl da inat eder fener  tutardık kapının altından. Yasak olmasına rağmen mutfaktan aşırdığımız yiyeceklerle nasıl da doldururduk odamızın her köşesini karıncalar bassın diye. Biz de az hınzır değildik hani. Oysa ne hayaller kurmuştuk babam bizi çiftliğe bıraktığında. Yaz tatili sanmış, babamın annemi almaya gittiğini düşünmüştük. Sonra karınları tok sırtları pek ruhları aç çocuklar olarak büyüdük. Benim sana kol kanat germem gerekirken sen bana ablalık yaptın. Ben, durgun suda kapılacağım bir akıntı ararken sen akıntının olacağı açık sulara kulaç attın. Liseyi bitirdiğimde beni ne kadar baskılamıştın üniversite sınavına girmem için. Sonra da aylarca kafama kakmıştın okusaydın filozof olurdun, okusaydın edebiyatçı olurdun diye vır vır yemiştin beni. Ama sen de pekala biliyordun ki ancak beden ağrılarım zihnimi oyalıyor, acımın önüne geçiyordu. Bu da benim rahatlama yöntemimdi. Fena mı oldu hem. Sen okudun psikiyatr oldun, ben okumadım seni çekip çevirdim, mutlu bir evlilik yaptım. Kariyer yapamadım ama ailemizin kadınlarının bu bedbaht döngüsünü kıracak Ecem’i dünyaya getirdim. Ben bu eşikten seninle birlikte geçmek istiyorum Şehnaz. Ailemizin kadınlarının tüm yükünü sırtında taşımana lüzum yok. Bak şu çekmecendeki ilaçlara. Her sabah gözünü açar açmaz iki tane ağzına atıp yaşlı gözlerini kurutmaya çabalıyorsun. Biliyorum bana çok kızgınsın. Gel bu eşiği birlikte atlayalım. Eşiğin öbür tarafında bırakalım bütün kini, öfkeyi, yarayı, ağrıyı, sızıyı. Acıyan yerimiz neresiydi bizim? Acı eşiğimiz ne kadar yüksekti? Bir yığın kırık dökük anıyı biriktirmenin, unutmaya çabalamak yerine bilakis canlı ve taze kalması için verdiğin mücadeleye yazık. Biliyorum, sevilmeyi ve sevmeyi arzuluyorsun ama ne kendine ne de başkasına müsaade etmiyorsun. Ecem için, benim için en çok da kendin için. Yapabilirsin ama istemiyorsun. İçinden geçeni söyle hatta haykır. Hayata küsme, yazık etme kendine, bize. Elimde olsaydı gider miydim ? Benim ruhumdaki yaralara merhem olan sendin, şimdi ruhumu en çok yaralayan sen oldun.  Azat et beni artık ne olur. Emin ol bana daha çok acı veriyorsun. Affet beni, affet kendini, affet annemi…

 Son altı aydır saçlarının diplerine kadar ter içinde kalarak uyanan Şehnaz, gözünü açar açmaz nerede olduğunu fark etmeye çabalıyordu. Rüyada mı, cılız kuru kemikli Hayat’ın eli elinde hastane odasında mı, evinde yatağında mı? Kabuslar, peşini bırakmayan hatıralar, çaresizlik, zihninin oynadığı oyunlar, dik durmaya çabalamaktan yorulan beden… Yanı başındaki sürahiye uzanmıştı ki oda kapısının aralığından kendisine bakan karışık saçlı  başı fark etti:

 “Yüya gördüm teyzoş.”

 Üzerindeki yorganı kaldırarak Ecem’e sessiz bir davetiye gönderirken Şehnaz:

 “Hayırdır bebekliğine geri mi döndün, yüya da ne demek oluyor?”

 “Evet, rüyamda bebektim. Annemi gördüm. Ben ona doğru koştukça o geri kaçıyordu. Teyzoş’a git teyzoş’a git diyordu.”

 “Hah!” dedi Şehnaz içinden, şimdi de kızını kullanıyorsun. Benim uykularımı zehir ettiğin yetmiyor, şimdi de Ecem’i alet ediyorsun. Gitmeseydin o zaman bırakmasaydın beni. Giderken bile benim asla sahip olamadığım gücünle ezmeseydin beni. Bıkmadan usanmadan kendime ettiğim eziyetleri bırakmamı son nefesinde acılar içinde kıvranırken bile fısıldadın hep. Haklısın, haklıydın, hep haklıydın. İyi ki vardın ama şimdi yoksun. Ve ben en çok senin yokluğunla nasıl baş edeceğimi bilmiyorum. Şehnaz, tavana diktiği yaşlı gözlerinde  hatırlayamadığı annesi, öfke ile hatırladığı babaannesi, yüreğini sızlatan ablası Hayat’ın yüzlerini seyretti bir süre.

 “Bir şey demeyecek misin teyzoş, üzdüm mü seni?” dedi Ecem yatakta dirseğinin üzerinde doğrularak. Şehnaz hiçbir şey demeden hayatındaki bütün kadınlardan bir parça almış bu güzel genç ve taze yüze baktı. Cevap karşısında duruyordu. Bu acı eşiğini geçmeli hatta tümden yok etmeliydi. Doğruldu, Ecem’in kulağına bir şeyler fısıldadı, gözlerinin içi parladı genç kızın.

 İkisi birlikte zıplayarak kalktılar yataktan. Pencereyi ardına kadar açıp sıcak bedenlerini diken diken ürperten sabah ayazında titrediler. Birbirlerine gülümseyerek el ele tutuştu geçmiş ve gelecek. Beyaz bir kuş tüyü önlerinden zarafetle salınarak gökyüzüne doğru yükselirken  avaz avaz bağırdılar:

 “Hayaatttt seni çok seviyoruz!”

 

 

Yorum bırakın