Kapitalizmin Kâbusu: Freud’a Geri Dönüş

 İnsanlık tarihinde Freud kadar eleştirilen ama bir o kadar da etkili olan başka bir düşünür var mıdır? Muhtemel bu paradoks dahi başlı başına Freud’un tezlerini güçlendiriyor. İddiaları bizi rahatsız ediyor (eğer saptırılır ve doğru tahlil edilmezse), dolayısıyla görmezden gelerek bastırmaya çalışıyoruz, ama bir taraftan da içten içe düşüncelerimizi kemiriyor. Kendi öz kızı Anna Freud dahi psikanalist kuramı doğal mecrasından çıkartarak Amerikalılara kullanışlı bir paket hâlinde sunmuştur.

 İkinci Dünya Savaşı’nı topraklarında yaşamasa dahi askerlerini göndererek ona dahil olan ve büyük buhranın (Great Depression) pençesinde kıvranan Amerika’ya moral verecek, onların özgüvenini inşa edecek parlak fikirler gerekiyordu. İdeolojilerini daha da cilalayacak ve güzel bir sinerji yaratacak büyülü düşüncelere ihtiyaç vardı. Liberalizmin, özgür iradeye ağır bir darbe vuran Freud’dan hoşlanmadığını biliyorduk. Çünkü sınırsız bir gücü olduğunu düşünen, istediği her şeyi başarabileceğine inanan, kolayca manipüle olan, pozitif psikolojinin aforizmaları ile sürekli dopamin enjekte edilen bireyler lazımdı liberalizmin komünist tabutlarına, son çivileri çakabilmesi için. Fakat ne yazık ki mutlu insanlar tasarlayamazsınız. Toplum mühendisliği ile proje yönetimi bir yere kadar. Diğer taraftan insanları mutlu edecek sistem tasarımı mümkün olabilir? Kapitalizm, tüm kollardan elinden geleni ustaca yaptı. Eğer müşterek bir tarihi ve ortak bir amacı paylaşmayan toplulukları yönetmeniz gerekiyorsa, onlara farklılıklarını unutturacağınız ve tek sayfada eşitleyeceğiniz, hepsine iyi gelen mitos üretmek zorundasınız. Antik Yunan mitlerinin yerini, milenyumun eşiğinde, bilim soslu masallar aldı elbette.

 Alfred Adler’in ABD ellerinde psikanalist ile hesaplaşmasını bir noktaya kadar anlayabiliriz ama Anna neden babasına böyle bir ihanette bulundu? Güç savaşı? En olası cevap. Freud’un mirasını (legacy) kimin devam ettireceğine dair büyük bir kavga vardı. Hatta Amerikan Psikanalist Derneği, Fransa başta olmak üzere diğer örgütlenmeleri reddetti. Böyle bir iktidar mücadelesinde analist en iyi bilen kişi olmalıydı. Bu resmî ideolojinin de işine geliyordu, çünkü analizanı anlamak yerine yönlendiriyordu. Aktarım ve karşı aktarım bağlamında ilerleyen mekanik ve didaktik bir sürece dönüştü psikanalist. Analistin bilen özne konumunda olması herkesin çıkarınaydı ve bu, Freud’un kuramından ilk, belki de en büyük sapmaya neden oldu.

 Freud felsefeci değildir, ama felsefeden ziyadesiyle beslenir. Schopenhauer’un, varlığın özü olarak istenci merkeze alması ve insanın doğası gereği bu isteme mecbur olduğu, Freud’a gönderilen önemli bir sufledir. İstenç bir seçim değil zorunluluktur. Dolayısıyla Schopenhauer, özgür irade mitini yıkan en önemli filozoflardandır. Sonu gelmeyen istençlerimizin gerçekleşmemesi ızdıraba, gerçekleşmesi ise mutluluğa neden olur savı, Freud’un ödünç aldığı önemli bir miras. Fakat çok daha önemlisi, Freud’un psikanalizi, Hegelyen bir yöntem izler. Diğer bir değişle psikanalist, diyalektik bir süreçtir. Nevrozun geçmişinden itibaren şekillendiği dinamik süreçlere odaklanır. Bu, sabit bir ego olmadığını/olamayacağını gösterir. Çünkü ego, değişen güç dengelerine, ilişki ağlarına ve çevre koşullarına göre sürekli yeniden kurulur. Ego ile dışsal koşullar arasında sürekli bir gerilim vardır. O bakımdan analiz edilen kişinin egosunda ve onun iç dünyasında fiksasyon söz konusu olamaz. Halbuki psikanalisti saptıran analistler, danışanları dondurmuşlar, kendilerini de onların üzerinde konumlamışlardır. Freud, süreçte hastasıyla birlikte öğrenir. Bu anlamda O, bilen Cogito’yu aşmıştır. Egoya değil değişen koşullara odaklanır.

 Lacan’a göre Freud’u yoldan çıkartanlar daha doğrusu psikanalist kuramı saptıranlar, Freud-Hegel bağlantısını keserek bunu yaptılar. Freud’un sadece psikoseksüel gelişim dönemleri, Oedipus kompleksi, çocuk cinselliği gibi meta-psikoloji kuramları cahillikten ya da bilerek çarpıtılmamış, bizatihi tahlil ve tedavi yöntemleri de deforme edilmiştir. Tüm bunlara rağmen bugün halen ayakta kalabilmek az iş değildir. Son olarak, Lacan’ın tarihi saptamasını not düşmek lazım: Freud’un en büyük keşfi bilinçdışıdır. Freud öncesinde bilinçdışı ve benzeri kavramlar vardır, ama bunlar daha çok bilinçsizliği (unconscious) ifade etmek için kullanılan terimlerdir. Bilinçaltı yanlış bir ifadedir ve Freud’un bilinçdışı olarak teorileştirdiği şey alt-üst gibi herhangi bir hiyerarşik ilişkiyi değil bilincin bölünmesini anlatır. Bastırılan duyguların depolandığı yerdir orası. Söz konusu bu depo, kimsenin uğramadığı, kuş uçmaz kervan geçmez bir diyarda değildir. Savunma mekanizmalarında çok iyi açıkladığı gibi depodan her an kaçacak ve gün yüzüne hortlayacak canavarlar tetikte beklemektedir. Kapının kilidini açacak unsur, birden yaşanabilecek herhangi bir gelişme olabilir. O yüzden psikanalistin nesnesi, deponun derinliklerine dirilmemek üzerine gömülen hareketsiz cesetler değil, sürekli yer değiştiren, yaşayan dürtülerdir. Tüm saldırılara ve pedofili gibi akla ziyan iddialara rağmen Picasso, Eric Fromm, Melanie Klein, Marie Curie, Lacan, Victor Frankl, Irvin Yalom, Zizek gibi Freud, kendisinden sonra pek çok bilim insanını, entelektüeli, sanatçı ve edebiyatçıyı etkilemiştir. Bana göre en yeni ve en enteresan gelişmelerden biri, Aydınlanma’nın her şeye muktedir, tarihin öznesi ama kendine yabancı insan tanımına karşı posthümanistlerin insanın sosyal statüsü, arka planı ve ailevi geçmişinden bağımsız okunamayacağı tezlerinin yeniden bizi Freud’a götürdüğüdür. Posthümanistler en yalın hâliyle insanın değişmeyen sabit bir özü olmadığını ileri sürer. İnsan mükemmel değildir. Dolayısıyla aşılması gerekir. Eğer haklı çıkarlarsa Freud’un düşünceleri ışığında ilerleyen süreç, Nietzscheci sonuca varacaktır.

 

Yorum bırakın