Okullar tatile girince üç ay boyunca perşembeleri hariç her gün, -perşembe günleri pazara giderler- çocuklarıyla adanın arkasında Viran Bağlar ’da denize giderler. Hem okulsuzluktan kuduran çocukların azgınlığı hafifliyor, hem de kadınlar genişçe bir kayanın üstüne yan yana dizilip Hatice’nin kocasının birisiyle dost hayatı yaşadığını, üstelik dostuna da adada ev tuttuğunu, günahı Hüseyin’in boynuna, deyip rahatça konuşabiliyorlar. Evde konuşulsa dedikoduya girecek bir sürü konu burada dalgaların hışırtısında, motorların tıkırtısında, küreklerin şıkırtısında, martıların bağırışında, çocukların gülüşünde konuşulunca hafifler, sonunda un ufak olur, sıcağa karışıp yok oluverir. Kadınlar bence bu sebeptendir ki, yıllardır burada diplerinde oturduğumu gördükleri halde adanın kara kaplısını defalarca baştan okuyup yazdılar. Duyulmadıklarına inançları tuhaf şey doğrusu.
Çocuk emzirdiklerinden beri küçülmeyen dolgun memelerini bir sağa bir sola sallayarak, ahlayarak zeytin ağaçlarının arasından denize uzanan patikayı inerler. Doymama korkusundan mıdır, bilmiyorum, somun ekmeklerin olduğu koca poşet, yürürken her bir et parçası titreşen şişko oğlanın elinde olur hep. Boyu yetmediği için, arada yere sürttükçe anasından azarı işitir. Yanlarında mütemadiyen zeytinyağlı biber dolması olur. Geceden buzluğa atılmış çeşitli meşrubatlar, kırmızı, yeşil, turuncu, rengârenk parlak yaz meyveleri, beyaz peynir, kızartmalar, börekler, kuru köfteler, koca bir poşet dolusu ekmek… Deniz sofrası kurulurken hepsinin dilinde bir rejimdir gider. Çocukları doyurduktan sonra böreklere, kızartmalara asla dokunmaz hıyarları tuzlayıp yerler. Bu sene Taşdelen suyu rejimi modaymış. Yazlıkçı hanımlar faytonlar dolusu Taşdelen suyu getirtiyorlarmış evlerine, biz de denesek mi, derler. Sözsüz bir anlaşma gibi sırayla, her denize girişlerinde biri yemeklerin yanında kalır, denizdekilere belli etmeden iki börek dilimi arasına kızartmaları sıkıştırıp hızlıca yer. Kimse bundan söz etmez, kimse bunu görmez, benim dışımda. Onlara kalsa bütün günü iki tuzlu hıyarla geçiştirmiş olurlar.
Bütün kış saç diplerinde beyazlarla gezen bu kadınlar, yazlıkçı hanımlar adaya ayak basar basmaz soluğu kuaförde alırlar. Az şey miydi, adada denize giriyorlar, üstelik kocaları hiç de geri kafalı adamlar değil, bikini giymelerine bile izin var. Yalnız her şeyin bir yakışanı olur, yanları ipli olanlardan değil de daha çok külot gibi kenarları kalın olanları seçiyorlar. Sedef rengi oje de bana öyle geliyor ki, denize girmek için olmazsa olmaz şartlarının başını çekiyor.
Söz ettiğim hanımların deniz sefalarının satır aralarını bir müddettir şöyle ağız tadıyla, dudaklarımın arasında sigaram, keyifle gözleyemiyorum; çünkü artık denize Zafer’le geliyorum. Sekiz yaşında, yeşil gözlü, kavruk deniz arkadaşım. Annesi iki kış önce bir adamla adadan kaçmış. Babası fayton sürer, akşamları eve bir gelir bir gelmez. Zafer’e, işte şu az aşağıda sedefli tırnaklarını zevkle suda yüzdüren mahalleli kadınlar yemek verir, arada okul giydirir, belediye bayramlık ayakkabı verir. Yaz gelip de okullar paydos edince yavrucak iyiden iyiye başı boş kalır. Elinde kamçı niyetine kullandığı ince uzun bir sopa, adanın sıcak asfaltında ayaklarını yaka yaka ama yaktığını bilmeden; karnı aça ama açlığını bilmeden atçılık oynar. Adının Zafer olduğunu utana sıkıla söyleyen yeşil gözlü kavruk oğlan en çok salçalı ekmeği seviyormuş. Deniz dönüşü mahalleli çocuklar kafalarına sabunu yiye yiye yıkanıp, yarı ıslak sokağa kaçana kadar tüm gün oyun arkadaşı olmadan yalnız kalıyormuş. Salçalı ekmek işte, bu saatten sonra gece yarısına kadar sokakta oynayan çocuklara oyun arasında verilirken analardan birisinin gözüne çarpmayı başarırsa Zafer’e de verilirmiş. Ama hep değil, analar bazen, herif gelmek üzere daha yemeğim yok, sana da anan baksın, siktir olup gitmeyeydi, bizimki de can ama bak gitmiyoruz, dediklerine kulaklarımla şahit oldum.
***
Başlarda, boncuk yeşili gözlerini karartıp küstü bana, denize donuyla niye giremezmiş? Çoluğu çocuğu, karısı bile olmayan bir adamım ben, dilim döndüğünce anlattım, sonunda “medeniyet” dedim. Anladı mı bilmiyorum. Baktım hala içine sinmedi, haftaya perşembe pazardan sana bir deniz kıyafeti alırız, tamam mı, dedim. Ancak o zaman, kenarlarını dikerek daralttığım eski mayo şortumu giymeyi kabul etti. Zargana gibi incecik belinde büzüştükçe büzüştü petrol mavisi şort, ne kadar sıksak yine de büyük geldi. Belinden aşağıya dizlerine doğru iki fil kulağı gibi kabardı şort. Tüm uygunsuzluğuna rağmen beyaz don kadar uygunsuz düşmeyeceğini düşünüyorum. Biz bu deniz şortuyla iki haftadır her gün adanın arkasında denize gidiyoruz. Çocuk sahibi olmak ne kadar zormuş! Sevgini kirazın, etin, helvanın kilosuyla; başka çocukların ellerindekine, üstlerindekine imrenen bakışlarıyla tartıyorsun. Zafer’le aramda kan bağı olsaydı, oğlum olsaydı, acaba bu işler daha kolay olur muydu?
İlk perşembe erkenden kapımdaydı. Deniz şortumu almaya gidecek miyiz, dedi. Ben unutmuşum o meseleyi, elime geçen para faturalara ve mutfak alışverişine anca yetmiş, bakkal borcu yine kalmıştı. Önünde diz çöktüm, bunu bir dergide okumuştum, küçük çocuklarla iletişim kurmak için onların boyuna inmek daha sıhhatli bir iletişim sağlıyormuş. Hareketim karşısında umduğum olumlu tepkiyi alamadım, avuç içi kadar suratı anında bulutlandı. Bu hafta deniz şortu alırsak denize giderken yanımıza üç gün yiyecek alamayız, hangisini seçersen onu yapacağız, dedim. Düşündü, minik baş parmağının tırnağını yanında durduğu ortancanın iri yapraklarına batırıp bir sürü açık yeşil çizgi çizdi. Sonra yüzüme bakıp içini çekti, yemek alalım şortu sonra alırız, dedi.
Patikadan koşarak sahile inen çocukları görünce donakaldı. Sağ eliyle, şort belinden düşmesin diye sıkı sıkı bağladığım düğümü kurcalamaya başladı, sol eliyle de kulağını eğip büküyor. Çocuklar çantaları, poşetleri, kıyafetlerini kayaların üstüne fırlattıkları gibi su sıçratarak deniz girdiler. Zafer hâlâ kıyıdan izliyor. Hey! Zafer! Bir rüyadan uyanmış gibi döndü bana baktı. Elimle işaret ettim, hadi sen de gir, dedim. Çocuk göbeğini çıkara çıkara yürüdü peşlerinden. Kadınlar usulca selam veriyor, başımla selamlarını kabul edip sahilin gerisindeki çam ağaçlarının dibine yerleşiyorum.
O yaşlarda her şey iddiadan ibaret. Vay efendim, şu kayaya kimler tırmanabilir, kim suyun altında nefesini en uzun tutabilir, şu kayadan bu kayaya en hızlı kim yüzer, kim suda ters takla atabilir? Zafer bir iki çırpındı suda, ama bu yarışların hiçbirinde iddialı olamayacağını hissetmiş olacak ki kızgın taşların üstünde zıplayarak yanıma geldi, kamburunu çıkartıp oturdu. Denizdeki çocukların ilk kuduruklukları dinince kızlar saçlarına uzun yosunlar bağlayıp deniz kızı oldular; oğlanlar ellerinde poşetler, kıyıya vurmuş teneke kutular; kayaların arasında birikmiş sığ sularda yengeç yavrularını, iğne ucu kadar balık yavrularını yakalamaya koyuldular. Anaları da ayaklarını denizin dibinden ayırmadan yüzer gibi yapıyorlar. Sonra kıyıya yan yana dizildiler. Kum, ufalanmış taş karışımını baldırlarına sürüp -selülite iyi geliyormuş-, asla suya sokmadıkları başlarını sedef ojeli tırnaklarının üstünden parıltıyla akan tuzlu sularla ıslattılar. Gelirken ekmek poşetini taşıyan tombul oğlan anasının başına dikilip, ben acıktım, diyene kadar kadınlar zamansız bir kartpostalda poz veriyormuş gibi deniz sefalarını sürdürdüler.
Yeşil ekoseli piknik örtüsünün her zamanki kayaya Neriman’ın ince uzun elleriyle itinayla serilişini Zafer’le izledik. Gözünü ilerideki hareketlilikten ayırmadan usulca koluma dokunup, ben de acıktım, dedi. Filemizden eski kaşar, domates, salatalık ve ekmeği çıkardım. Eski kaşarın sarılı olduğu yağlı kâğıdı çam iğnelerinin üstüne, ikimizin arasına açtım. Mayomun gizli cebinden her zaman yanımda taşıdığım çakımı çıkarıp kaşarı dilimledim, domatesleri dörde bölüp, ekmeği ikiye ayırdım. Ekmeğin bir parçasını, sinema izler gibi kadınların çantalarından çıkardıkları kutulara, yiyeceklere bakan Zafer’in eline tutuşturdum. Kutulardan neler çıkmıyordu: peynir, mücver, kızartma, sigara böreği… Zafer’in en çok ilgisini çeken ise kiraz kesesi ve tepeleme kuru köfteler oldu bence. Kirazlar buzu yeni çözünen suyla yıkanıp soğutulurken, kızlar birbirlerinin kulaklarına kirazları takıp gülüştüler. Tombul oğlan bir elinde kuru köfte, diğer elinde sigara böreği durmadan yiyor. Elindekilerini yiyemeden kiraz biter korkusuyla olsa gerek bir yandan da parmaklarının arasına kirazları asmaya çalışıyor. Anaları civciv sürüsünü doyurmaya çalışan anaç tavuklar gibi ha bire bir şeyleri doğruyor, peçeteye sarıp dağıtıyor. Arada, düşürme çocuğum, oturarak yesenize, sesleri bizim kulağımız kadar geliyor. Elindeki yarım ekmeği usulca geveleyen Zafer’in diğer eline bir dilim kaşar tutuşturuyorum. O an incecik kolundaki sararmış altın renkli tüyleri öpme isteği duyuyorum, güzelim yeşil gözleri yine zifiri karanlık.
Filenin yanında duran gömleğimin cebinden sigaramı alıp yakıyorum. Sırt üstü uzanıp çam dallarının arasından göğü seyrediyorum. Arada beyaz bulutlar geçiyor mavilikten, türlü türlü sinek, kelebek, kuş uçuyor başımda. Cırcır böcekleri hiç susmuyor. Orman ısındıkça çatırdıyor, genişliyor, dönüşüyor, yedinden doğuyor. Yaşamak güzel şey mi? Arkamızdan bir yerden pat diye kozalak patlıyor. İkimiz de düşüncelerimizden bir anlığına kurtulup birbirimize bakıyoruz. Zafer, bir şey isteyen çocuk gözleriyle tabiatın parçasıymış gibi içime akıyor. Yerimden doğrulup, hadi koş, diyorum. Git iste ne istiyorsan, ama sadece bir tane seçeceksin ona göre, diyorum. Yerinden fırlıyor, elindeki ucundan gevelenmiş ekmeği ve kaşarı ne yapacağını bilemiyor. Ekmeği üç kere öpüp alnına götürüyor, filenin üstüne yavaşça bırakıyor, kaşarı da ekmeğin üstüne. Kayalarda sekerek biraz daha kıyıda yerleşmiş olan kadınların yanına varıyor. Neriman, Zafer’in geldiğini görünce bana bakıyor, gülümsüyorum. O da gülümsüyor mu bilmiyorum, belki içinden, dışından gülümsediğini çok az gördüm. Zafer, çocuk göbeğini çıkararak konuşuyor. Bir an tereddütte kalıyor, kiraz mı alsın kuru köfte mi? Sonunda kuru köftede karar kılıyor. Neriman, köfteyi peçeteye sararken gözü kirazlarda kalan Zafer’e kiraz da teklif ediyor bence, çünkü duraksayıp yukarı, bana bakıyor. Göz göze gelince kirazdan almıyor. Gerisin geriye kızgın kayaların üstünde sevinçle zıplayarak geliyor. Birden ayağı burkuluyor, dengesini sağlamaya çalışırken kuru köftesini kayaların arasına düşürüyor, dizini çarpıyor. Boğuk bir “ıh!” sesi duyuyorum ayağa kalkıyorum. Yanına koşsam mı? İnce kollarını arka arkaya köftenin düştüğü aralığa sokuyor fakat nafile eli boş, yanıma dönüyor, gözleri kapkara kesilmiş. Çenesi titriyor ama ağlamıyor. Git, bir tane daha iste, düşürdüğünü söylersen verirler, diyorum. Minik omuzlarını hafifçe silkiyor. Dizindeki yarasına ekmek çiğneyip bastırıyorum, bir sigara daha yakıyorum. Yaşamak güzel şey mi? Kafamda hep bu soru.
***
Bana diyor ki, donla denize girilmez. Hasan Abi giriyor, Ömerler de donla giriyor denize, ne var? Hem de iskelenin az ötesinde, adanın arkasından da değil! Hatta çımacı Hüseyin amcanın oğlu Zülfikâr vapurdan donla atladı, hepimiz gördük. Çok çok yüksekten atladı hem de iskeleden bağırdık hepimiz, kıçın açılacak lan atlarken donunu tut, dedik. Biz öyle dememişiz gibi atladıktan sonra dalıp bembeyaz kıçını havaya dikti. Hepimiz çok güldük o gün. Zülfikâr’ın babası geminin güvertesinde, elinde pas pas denizdeki oğluna uzun uzun baktı. Zülfikâr’ın babasının bakışından başka yere bakamadığım değişik bir andı, sonra gözüme güneş girdi. Nâzım Abi de denizde ters takla attığımda bana Zülfikâr’ın babası gibi bakıyor. Bazen, sırf öyle baksın diye yapmaktan korktuğum işler yapıyorum, denizdeki o büyük kayadan atlamak gibi. Aslında mahalleli çocuklar, o kayaya çıkamazsın, diye iddiaya girdiklerinde ben çoktan kayaya tırmanmış, atlamıştım bile ama onlar ısrar edince korkup bir daha yapamadım. Bir keresinde de Yalova’ya giden vapurun açıktan büyüyerek gelen dalgalarında yuvarlanmıştık Nâzım Abi’yle. Çok zevkliydi, hatta o gün helva vardı, ne güzel yemiştik!
Bugün helva yok. Helva yok ama Nâzım Abi çok değişik bir yemek hazırlayacağım sana dedi. Kayaların dibine daldı, filesi midyeyle dolu çıktı kıyıya. Midyeleri kızgın taşların üstüne bıraktı, akan su taşların üstünde şekiller çizdi. Sonra, gel kerata ızgara bulalım şuradan, dedi. Kayaların diplerine, mağara gibi girintilerine baktık hep, en sonunda kömürleşmiş tel gibi, çok eski bir ızgara bulduk. O arada mahalleli geldi, çocuklar yanımızdan koşup geçti, teyzeler bir tuhaf baktı Nâzım Abiye. Belki de mayo şortum sebebiyle ayıplıyorlardır Nâzım Abiyi. Haksız sayılmazlar, çok garip duruyor üstümde, o kadar garip ki don daha iyi duracaktı.
Feride ve Fahri, kıyıya bıraktığımız midyelere parmaklarının ucuyla dokunup çığlık attılar. Ben de çekinmiyor değilim bu midye denen siyah, garip şeylerden. İskelede satıyorlar çok gördüm ama hiç yememiştim bugüne kadar. Ben kozalak, çalı çırpı topladım, Nâzım Abi de taşlardan ufak bir havuz ördü. Kozalakları o çukura doldurdum. Git teyzelerden peçete iste bakayım, dedi. Ben Neriman Teyze’den peçete isterken Nâzım Abi’yle Neriman Teyze bakıştılar. Tıpkı, gizlice girdiğim Lâle Sinemasında izlediğim filmlerdeki kadın ve erkekler gibi bakışıyorlar. Böyle bayık bayık, kirpikleri titreterek. Getirdiğim peçeteyi tutuşturduk, onunla da bir dal çam pürçeğini. Önce ızgarayı iyice yakmamız lazım ki mikroplar kırılsın, dedi Nâzım Abi. Tamam, dedim ateşin yanına çömdüm. Taşlardan gelen sıcak, güneş ve şimdi de ateşin sıcağı… İçim bir hoş oldu, yavaşladı her şey, uykum geldi. Sonra aklıma uzun kulaklı deniz şortum düştü birden, ayağa kalktım asla kurumayan popo kısmını ateşe tuttum. Nâzım Abi güldü. Bu halimi görüyor, görüyor ki şort kurumuyor, yine de don giymeme izin vermiyor! Bu deniz şortu da aynı pijamalarım gibi, garip bir boyda. Pijamalarımın da kolları ya hep uzun olur ya da kısa. Bazen ona çok sinir oluyorum, babam da onun iyi biri olmadığını söyledi zaten. İşsiz pezevenk, anca karı kız peşinde koşsun, sen de herifin götünden ayrılma, dedi Nâzım Abi için. Ayrılmam tabii, beni denize götürüyor. Helva alıyor, kaşar alıyor, arada beyaz peynir alıyor. Hatta bir keresinde biraz sucuk bile almıştı. Babamla hiçbir yere gitmedik, tabii ki ayrılmam Nâzım Abinin yanından. Hem annemi de evden kaçırdı, ama suçunu kabul etmiyor, bana çatıyor. Annem olsaydı, beni denize o götürürdü. Şuradaki hiçbir teyzeye benzemezdi benim annem. O an midyelerin ölürken çıkardıkları sesleri içimdeki seslere çok benzettim. Nâzım Abi ne kadar da çoktan ölmüş olduklarını, şu anda ateşi hissetmiyor olduklarını söylese de ben biliyorum, acıdan inliyorlar. Belki de babam haklıdır, midyelere bu kadar acı çektiren bir insan ne kadar iyi olabilir ki? Zaten donla denize girmeme de izin vermiyor, bana uygun mayo şort da almıyor.
Midyeler yavaş yavaş açıldıkça benim içim iyice bayıldı, acıktım da. Sonra bir baktım ki bunlar benim bildiğim midyelerden değilmiş, bunların içinde pilav yok. Nâzım Abi kahkaha attı, meğerse tüm midyeler bu şekilde doğarmış, büyürmüş, sonradan içlerine pilav konurmuş. Bu da ızgarasıymış, pilavsız bir yemek şekliymiş. Bir tane denedim, tadı güzel aslında. Hem içinden küçük taşlar çıktı, inci deniyormuş bu taşlara, çok değerlileri olurmuş bunların. Benim yediğim midyelerden çıkan incileri sakladım, o kadar değerliyseler misket oynarken büyük misketlerle değiştirebilirim belki. Yedikçe içimin baygınlığı geçti, yine sevdim Nâzım Abiyi, gerçekten de midyeler koparıldıkları anda hemencecik ölüyor bence de. Ben midyeleri yerken yine tuhaf bir halde bakıyor bana, ne zaman bir şey yesem kendi yemeyi bırakıp beni izliyor. Bilse ki o bakarken ağzımı şapırdatmadan yemek için çok uğraşıyorum, bakmasa çok daha rahat yutacağım lokmamı.
Doydum, dedim, sırtımı sevdi, hadi koş arkadaşlarının yanına, dedi. Her seferinde denizin kenarına kadar gidiyorum, ayaklarımın altını gıdıklayarak sular giriyor, duruveriyorum. Onların yanına gitmek istiyorum, açıktaki kayaya kadar yüzme yarışı yapmak istiyorum, Uğur gibi güzel küfredebilmek istiyorum. Ben küfredince iyi bir şey söylüyormuşum gibi geliyor kulağa, hiç güzel yapamıyorum. Beni görmüyorlar sanki, görünmezdim belki de. Dönüp Nâzım Abi’ye bakıyorum, el kol işareti yapıyor, hadi git yanlarına, diyor. O beni görebiliyorsa mahalledeki çocuklar niye görmüyor? Hoş iyi ki görmüyorlar bu çirkin mayo şortumu, görüp ne yapacaklar?
Sonunda tepemdeki güneş beni iyice ısıtınca yavaşça girdim denize, hiçbiri dönüp bakmadı bana. Feride ve Arife saçlarına uzun, yeşil yosunlar takmış deniz kızı olmuşlar. Bacaklarını hiç ayırmadan yüzmeye çalışırken çok komik görünüyorlar. Fahri, Hasan, Uğur, Yavuz korsanlara karşı büyük kayayı savunuyorlar. Biraz yüzdüm, sinir mayo şortum popomda şişti, suyun üstünde balon gibi durdu. Tek elimle onu indirmeye çalışırken deniz kızlarıyla, korsanlarla savaşan denizciler arasında kalakaldım, ayağımı yere basamadım, evet kesinlikle beni görmüyorlardı.
Öğleden sonra kayalıkların yukarısındaki çam ağaçlarının, zeytin ağaçlarının gölgesine çekildik, havlularımızı serip, sırt üstü yattık. Yaktığımız kozalaklardan yayılan yanık çam sakızı kokusu başımızdaki taze çam kokularıyla karışıyor, güneşin ısıttığı topraktan hoşuma giden başka bir koku daha yayılıyor. Yan dönünce havlumun tepelerinde, ovalarında gezinen bir karınca gördüm. Uzak diyarlarda hapis kalan güzel prensesi kurtarmaya gidiyor olabilir mi? Yoksa bu kadar dağ, tepe, ovayı niye aşsın ki? Martılar bağırıyor, kargalar kavga ediyor, uzaktan geçen vapurun dalgaları kıyıya vuruyor mahalleli çocuklar çığlık atıp dalgaların üstünden kayıyor, bakmasam da görebiliyorum. Sonra bir motor geçiyor pata pata pata… İnanılmaz yaşlı olan, mahalleli çocukların galiba elli yaşında olduğunu söyledikleri, sahilde kocaman evi olan adam jet skisine biniyor. Karınca prensesi arıyor. Çat diye bir kozalak patlıyor, korkuyorum birden, sanki rüyamda bir uçurumdan düşmüşüm gibi oluyorum, ama gözlerimi açamıyorum, sonra sıcacık oluyor içim, bir şey düşünemiyorum.
Uyandığımda Nâzım Abi bana bakıyordu, kolumu sevdi. Niye böyle bakıyor bilmiyorum, öyle baktığında ne yapmam gerekiyor onu da bilmiyorum, gülümsüyorum ben de. Belki de sarılmam gerekiyordur ama bildiğim kadarıyla çocuklar sadece annelerine sarılabilir, babalara bile sarılınmaz. Yerimde doğrulup bağdaş kurdum. Aşağıda Müzeyyen Teyze’nin büyük kızı Neriman Teyze yemek örtüsünü seriyordu. Kutuları, keseleri teker teker çıkarıyor. Keselerden biri tepeleme kiraz dolu, o yeşil kapaklı uzun kutuda kuru köfte olmalı. Nâzım Abi gömleğine uzandı, göğüs cebinden sigarasını çıkardı, yaktı. Acıktın mı, dedi. Başımı salladım, manzarayı kaçırmak istemediğim için cevap verirken yüzümü ona dönmedim. Yağlı kâğıda sarılı kaşarı, filedeki domates ve salatalıkları çıkardı aramıza serdi, ekmeği ikiye böldü bir parçasını elime verdi. Bir oturuşta şu deniz kadar çok kiraz yemek istiyorum. Pazar tezgahlarından aşırdığım bir iki avuç değil, teyzelerin verdiği azıcık kadar değil, dopdolu çok kiraz yemek istiyorum. Hızlı hızlı değil, kirazı dilimle damağım arasında ezip çekirdeğini öyle çıkartıp yemek istiyorum. Belki bazılarını çekirdeğiyle yerim. Bir de kuru köfte istiyorum ama en çok kiraz istiyorum.
Nâzım Abi enseme dokundu, gel bak bizim de güzel yiyeceklerimiz var, dedi. Git, dese, git iste Neriman teyzeden azıcık da sana verir, dese ilk iş kiraz isterim. Baktım gülüyor, bir tane de kuru köfte alırdım, ama en çok kiraz isterdim. Ekmeği ısırırken gizlice Nâzım Abinin yüzüne bakıyorum kaşar peynirinden domatesinden gayet memnun, canı hiç başka bir şey çekmiyor sanki. Git iste hadi, demeyecek sanki. Yok demiyor. Belki de onunla gezmemeliyim artık. Hem adalı diyor ki, Nâzım Abi Neriman Teyze’ye aşıkmış. Bir de çocuğu olmuyormuş, o yüzden beni yanında gezdiriyormuş. Zaten bu don meselesinden çok bozuğum ona.
***
Evi topluyorum, silip süpürüyorum. Annemin gözü gibi baktığı porselen bibloların tozunu çok dikkatli alıyorum. Sonra koltuğa oturuyorum, etrafa bakıyorum, güzel oldu. Fakat nasıl bir hisse bu, huzur bulamıyorum. Oturduğum koltuğun yastığının altındaki tozları, kırıntıları, deri parçalarını görmesem de hissediyorum. Kalkıp tüm koltukların minderlerinin altını süpürüyorum. Pencere önleri gözüme ilişiveriyor, bir su da onları siliyorum, televizyonun dantelini düzeltiyorum. Vitrinin altında dizili olan Hasan’ın ansiklopedilerinin üstlerini de aynı bezle siliveriyorum. “Meydan Larrousse”, ne demekse artık? Rastgele birini elime alıp gözlerim kapalı bir sayfasını açıp işaret parmağımı sayfanın üstüne koyuyorum.
*SEDDÜLBAHİR,
Marmara bölgesinde, Gelibolu yarımadasının güney ucunda, Seddülbahir istihkâmlarının bulunduğu yerde köy, -347 nüf. (1970).
Yine olmadı, yine aradığım cevabı bulamadım. Belki de cevabı hiçbir yerde bulamayışım soruyu tam olarak soramayışımdandır. Mucize beklemeyi, bir işaret aramayı bırak, demişti Nâzım. Ona “Nâzım” diyorum sadece ikimiz konuşurken ama, annemlerin yanında ya da çarşıda karşılaştığımızda Nâzım Abi diyorum. O da bu duruma ses etmiyor hiç. Eve çıkarken yokuşu çıkmaktansa Hamidiye Camisi’nden geçiyorum, kestirme olsun diye. Nâzım, çoğunlukla cami avlusunda dut ağacının altındaki bankta oturup ha bire bir şeyler okur. Bana okuduğum kitapları sordu, Çalıkuşu’nu okudum, dedim. Lisede ödev olarak okuttuklarını söylemedim, sanki kendi arzumla okumuşum gibi anlattım. Klasiklerden neler okuyorsun, en çok hangi yazarı seversin, diye sordu. Hiç klasik okumadığımı duyunca kızdı bana, sorularımın cevabını ancak okuyarak bulabileceğimi söyledi. Yanına oturdum, filemdeki zerzevat, ben ve Nâzım. Bir erkeği merak etmek ilk defa başıma gelen bir duygu. Özellikle de bu merakımı bir cami avlusunda gidermeye çalışmak, çok uygunsuz işler yapıyorum, niye böyleyim ben?
Temizlik yapınca her şey bal dök yala olunca oturup ilk klasik romanımı okumaya başlayacağım diyorum hep, ama o temizlik asla istediğim kadar iyi olmuyor. Mesela, her şey tam gibi görünse de mutfak dolaplarını boşaltıp silmem gerekiyor. Eve dönünce mayoların yıkanıp asılması, yemek kaplarının boşaltılıp yıkanması, kalanların dolaba konması, akşam yemeğine hazırlık… Her iş bende. Böyle oldukça asla Nâzım’ın bahsettiği kitapları, dergileri okuyamayacağım. Uyandığım her gün, ama her gün canımı yakan bu bilinmezliğin cevabını bulamayacağım. Ben bulaşık yıkamak istemiyorum ki, her gün ev işi yapmak da istemiyorum. Bu kahrolası adadan kurtulmak istiyorum. Beni annemin, babamın kardeşimin yanında bile yapayalnızmışım gibi hissettiren bu duygudan kurtulmak istiyorum.
Annem, hayırdır kız eskiden seni denize sürüyerek götürürdük şimdi en başta sen hazır oluyorsun, dedi geçen gün. Bir şeyler hissediyor mu acaba? Taşdelen diyeti ile çok hızlı kilo veriliyormuş, bizim kızlar söylüyor. Ben de deneyeceğim galiba, bikini giyince göbeğim nasıl da ortaya çıkıveriyor. Nâzım’ın önünden geçerken içime çeksem de yine de yanlarımdan sarkıyor etler, yok olacak gibi değil. Aslında şu denize gitme işini hiç sevmiyorum, annem haklı. Bir sürü yemek hazırla, paketle Lunapark’a kadar yokuş tırman, çocuklar faytonun altında kalmasın diye dikkat et, zeytinlik patikasından inerken çocukları tut. Yosun ve denizanalarından da çok tiksiniyorum hele ki lodosta adanın arkası hep çöp doluyor. Ama Hasan’a iyi geliyor, evde duvarlara tırmanmıyor hiç değilse.
Bu sefer Nâzım okuduğumu görsün diye Sefiller’i yanıma aldım, havlumu serip üstüne kitabı koydum, o da gördü galiba. Daha başlamadım ama başlayacağım. Erkeklerin işi gücü yok tabii, onlara okumak, avare avare düşünmek kolay. Ben mesela eve gidince akşam yemeğini ocağa koyacağım, çantaları boşaltacağım, Nâzım ne yapacak eve gidince; sigarasını yakacak sırt üstü yatağına uzanacak. Uzanıp, kolunu başının arkasına destek yapacak, tavana bakıp, düşünecek. Onu hep düşünürken hayal ediyorum. Beni düşünecek mi acaba? Düşünmez ki, neyi düşünsün hem? Birkaç defa dutun altındaki bankta yan yana oturduk diye aklına gelecek değilim ya. Ona mutsuz olduğumu ne çabuk ne kolay söylemiştim. Hâlbuki annem açık etme hiçbir şeyini, ailevi durumlarımızı kimseye anlatma diye tembihler durmadan. Ne kadar karanlıkta olduğumu Nâzım’a söyleme isteği günlerce kıvrandırdı beni. Sanki bana, gel evlenelim seni çekip alayım bu hayattan, diyecekmiş gibi. Nâzım’la hayatım sade olurdu. Ufak dairesinde tek çeşit yemekle günlerimiz geçerdi, mutfak malzemesinden çok kitabımız olurdu. Sadece yazı masasının ve yazı makinasının temizliği önemli olurdu. Adaya gelmeyen tüm dergileri ve kitapları getirirdi Nâzım. Akşamları eve gelirken filesinde bir ekmek, bir de kitap olurdu. Bazı günler de yeni bir plak, ah ne heyecanlı. Sonra Zafer’i alırdık yanımıza. Söyledikleri gibi çocuğu olmuyorsa da olmasın, az mı çocuk baktım, bıktım valla. İstemiyorum çocuk filan. Zafer’i alırız ama babasının elinden, hoş o sarhoş pislik parayla satar ya bize çocuğu. Adalılar ne der ya peki bu halimize? Başkasının çocuğuna bak, kendi çocuğunu doğurma, görülmüş şey değil. Ama Nâzım’la olduktan sonra dedikoduların da bir önemi kalmayacak nasıl olsa. Hem Zafer’de Nâzım’ı bu kadar seviyorsa Nâzım hakkında yanılmıyorum demektir, o çok iyi biri. Fakirmiş, olsun, elindeki son parayı bakkal borcundan önce kitaba veriyor desinler, olsun. Ben onunla sefalete bile razıyım.
Zafer bir türlü denize giremiyor, çamların dibinde yatan Nâzım onu yanına geri çağırıyor. Şu an o zeytin ağacının hareli gölgesinde, onun havlusunun üstünde yatmak için neler vermezdim, bazen Zafer’i kıskanıyorum. Kimse yapmazdı bu iyiliği, sahip çıktı çocuğa, kendi oğlu gibi hem de. Babam Hasan’la ya da benimle o kadar yakın olmadı hiç.
Annem sesleniyor, güneşten yumuşacık olan yüreğim yerinden kalkmak istemiyor. Kalk sofra bezini ser, çocuklar acıktı, diyor. Anca acıksın onlar zaten, hele o Uğur yok mu, doymam korkusundan ekmek poşetini taşımaya gönüllü. Yemek yemeyle doymuyorum ben anne, demek istiyorum. Benim içim aç, sevgiye aç, ilgiye aç, kitaba, okumaya, değişik müziklere, güzel kıyafetlere, sinemaya Beyoğlu’na gitmeye, bir kafede limonata içmeye, aynaya kendime bakıp kendimi beğenmeye açım. Nefret ediyorum bu yeşil ekoseli örtüden, her gün aynı kayanın üstüne serilişinden. Örtüyü sererken Nâzım’la göz göze geliyoruz içime çekmeyi unuttuğum göbeğimi hızlıca içime çekiyorum. Annemler, kendi aç karnını doyurmuş gibi bir de bu sabiyi taktı peşine, diyorlar. Zafer zaten aç biilaç sokaklarda sürtüyordu, karnı doyuyordu da Nâzım yanına alınca mı doymaz oldu? Hem ben görüyorum, her gün az çok bir şey getiriyor yanında çocuk için. Önceleri bir kuru sigarayla gelirdi denize, zaten o zamanlar Zafer’le kaldığı kadar uzun kalmazdı denizde. Biz gelirken o gitmeye hazırlanır olurdu, onu çok az görebilirdim. Artık, Zafer bizim haytalarla oynasın diye daha uzun kalıyor.
Neredeyse ekmek arası börek yapıp yiyecekler, ağızları da şapır şapır. Annem, Zehra teyze, Mualla teyze, çirkin Zuhal teyze hepsi bir kilo salatalığı almışlar ortalarına tavşan gibi kemiriyorlar. Zuhal teyze salatalığı soyup kabuklarını yüzüne, göğsüne yapıştırıyor güzelleşebilecekmiş gibi. Kirazları kesesinden kâseye döküp buzlu suyla soğumaya bırakıyorum, Zafer kirazları görünce yerinde doğruluveriyor. Ne var şu kirazda anlamam ki, tüm çocuklar çok seviyor. Anneme bakıyorum göz ucuyla Hatice teyzenin kocası nasıl dost tutmuş onu anlatıyor, günahı boynuna diyerek. Diğerleri pür dikkat onu dinliyor. Herkes kendi duyduğu dedikoduyu annemin anlattığıyla karşılaştırıyor, ölçüp biçiyor. Şimdi şuracığa gidip Zafer’e kiraz versem bir avuç fark ederler mi? Etseler ne olur, çocuk o canı çeker, günah. Hem onlar da bazen salçalı ekmek ya da yemek veriyorlar Zafer’e, ne var yani? Bir kere daha annemleri kontrol edip peçetenin içine kiraz dolduruyorum. İki tane de kuru köfte koyayım bari. Ne kadar oyalansam kârmış gibi hissediyorum. Nasıl da zavallıyım, altı üstü şuncağız çocuğa bir avuç kiraz, iki tane de kuru köfte vereceğim. Nâzım’la bir ilgisi yok ki bunun. Havluyu sarınsam mı? Yok canım, daha neler, deniz kenarındayız, denize girerken bikiniyle görmüyor mu beni. Dut ağacının altında yanına otururken her şey daha kolay oluyordu.
Kızgın taşlara basarken keşke terliklerimi giyseydim, diye geçiriyorum aklımdan. Artık çok geç, Nâzım beni gördü, Zafer’le bana bakıyorlar. Arkama dönüp annemlere bakacak cesaretim yok, ama beni fark ettiler mi, bilmeyi çok isterdim. Taşlar bitince kurumuş çam pürçekleri de battı ayaklarıma. Nâzım kalktı, yanıma geldi. Benden geriye, arkada bir yere bakıyor ama. Onun bakışından aldığım cesaretle mi, meraktan mı, yoksa birisinin baktığı yöne bakma içgüdüsünden midir bilmiyorum, ben de dönüp bakıyorum. Annem dahil herkes, hatta çocuklar bile ellerinde yemeklerle donakalmış bize bakıyor. Zafer, kiraz mı o Neriman Abla, diyerek yanımıza geliyor. Nâzım’la ikimiz aynı anda Zafer’e bakıyoruz, o an sahilde kimse kalmıyor. Üçümüz ilk defa bu kadar yan yanayız.