21. Yüzyılda “Ölmek” Neden Mümkün Değildir?

 Homo sapiens değil, Homo cursus: insan, koşan canlı. Koşan, ama soluklanmayan. Peki, kıvranıp durduğumuz bu koşu bandı üzerinde ölüm, ne gibi bir yere sahip? Ölümün anlamı eskiden olduğundan ne kadar uzakta ve biz ölüme ne kadar yakın duruyoruz?  Yahut soruyu değiştirip başka bir şekilde soralım: Ölüm, ne şekilde işimize yarayabilir?

 İvan İlyiç güzel, sağlıklı günlerinde köstekli saatinde yazılı olan  uyarıyı (respice finem: ölümü hatırla) pek dikkate almamıştı. Tıpkı onun gibi bizler de her an başımızın üstünde, yere inmeyi bekleyen bu giyotini kale alıyor gibi görünmüyoruz. Peki bu durum, İvan İlyiç’i şuursuz, günü gününe yaşayan biri mi yapıyordu, ya da bizi ne duruma getiriyor?

 İnsan yaşamı, temelinde ölümü göz ardı etmek üzerine kuruludur. Yaşamın birçok safhası, “yaşam” olarak adlandırılmayı, ölümden uzak oluşuyla kazanır. Oysa ölüm, yaşamın mirasıdır ve her halükârda bir şekilde tünelin sonu herkesçe görülecektir. Ross’un beş aşamalı yas modelinde gördüğümüz, öleceklerini öğrenen hasta ve hasta yakınlarının bunu bir inkâr ile karşılaması durumudur. İnkar aşamasını sırasızca öfke, depresyon, umut ve kabulleniş gibi ruh durumları izler. Bu açıdan bakıldığında, “koşan-insan”, daimi bir yas durumunda ve bu aşamaların hep ilkinde durakalıyor gibidir. Başka bir deyişle, insan kendi ölümünü hem sürekli öngörür, hem de bunu durmaksızın inkâr eder. Çağımız, işte böyle bir tezat üzerine kuruludur. Başlamadan biten insanın hikâyesi. O hâlde bazı soruların cevapları, insanı nerede başlatacağımızı ya da nerede bitireceğimizi bilmekten geçiyor olabilir.

 Bilincimiz, yakınlarımızın ölümü başta olmak üzere her türden vefa ve ölüm çağrışımından uzak durmaya meyillidir. Kendi ölümünün düşü ise insanı deliliğe götürür. Fakat yukarıda da dediğimiz gibi, geçmiş çağlarda insanın ölümle ilişkisinin şu an olduğundan epey farklı olduğu da ortadadır. Bu açıdan, biz ve yaşadığımız dünya enine boyuna değişmiş de olsa yaşam denen muammanın tamamlanması için ölümün farkına varmak gerekliliği hususu değişmiş değildir. O hâlde değişenin biz ve düşünme(me) biçimimiz olduğu açıktır.

 Bir olumlama çağında yaşıyoruz. Koşu bandı çağında… Koşu bandındaki hareketliliği sürgit devamı için birincil gereklilik, düşünmenin yadsınamaz yavaşlığından kurtulmaktır. İşbu noktada her türlü üzücü ve elem verici olayın ortadan kaldırıldığı ve sistemin içinde yutulduğu bir merhaleye geçmiş bulunmaktayız. Mevcut sosyoekonomik düzen, insanın performansını artırırken onu, “insanlık erdemleriyle” donatılmış bir vaziyete sürüklemeye çalışmaz. Amacı ve arzusu, bir performans öznesi olan insanı bir performans nesnesi hâline getirerek yol üstünde kalmış olan son marazlarından da kurtarmaktır. Bu mesele kapsamında sıklıkla üzücü olayların göz önünden süpürüldüğü ve Huxley’vari bir haz ve cennet ütopyası yaratılmak istendiği düşünülür ama bu da tamı tamına doğru değildir. Söz konusu olan tüm insanlık olarak bir oyunun içerisinde olduğumuz ve her nasılsa her türden hissiyatın oyun kurallarınca evrim geçirişidir. Yani, tıpkı olumsuz duygulanımlarda olduğu gibi olumlu olanların da tasfiyesinden bahsedilebilir. Üzüntünün müziğe, aşk ve tutkunun pornoya indirgendiği yerde sevinç ile heyecan emojilere ve “story”lere dönüştürülmüştür. Böylelikle, koşan insanın en ufak dikkat dağınıklığı, yaşamadan performansını sürdürmeye devamı sağlanmaktadır. İşte böylesi bir tasfiye süreci içerisinde ölümün, yani insan bilincini en çok sise boğan kavramın olduğu gibi bırakılması elbette düşünülemezdi. Bu, sürdürülebilirliğin sağlanması önünde en büyük engel olacaktı şüphesiz. Dediğimiz gibi, ölümün farkındalığı insanın yaşamını sürdürmesi açısından büyük değişimlere gebedir. Oysa değişimlerin yaşanması istenen yer, yaşamın kendisi değil yalnızca performans ve sayılarla açıklanabilir küçük bir bölümüdür. Sonuç olarak, ölümün yaşadığımız toplumda bir gösteriye, bir şov nesnesine dönüşmesi ve insanın bunu bir porno zevkiyle izlemeye başlaması ile arıza giderilmiş gözükmektedir.

 Ölümsüzlük fikri hiç şüphesiz insanlık tarihinde yeni değildir. Fakat yine hiç şüphesiz ki buna varan yollar hiçbir çağda bu denli absürt konuma gelmiş değildi. İlk şiir dizelerinin dizilmesinden ilk fotoğrafın çekilmesine kadar, devletlerin liderler öncülüğünde kurulması ve ihtilaller yapılmasına dek her tür eylemimizde düşlediğimizin ölümsüzlük olduğu açıktır. Sartre’ın, “ıssız bir adada hanginiz yanınıza kağıt ve kalem alırdı?” diye sorarken de değinmek istediği yerin bu olduğu düşünülebilir. Kâğıt ve kalemin temsil ettiği şey, insanın birtakım düşünceleri sayesinde fani bedeninden sıyrılıp ölmemeye ereksiyonudur. Issız bir adada elbette kısa süreli hayatta kalma içgüdüleri gündemde ön sırada yer alacağından ölümsüzlük fikri geri plana atılır ve yazı yazmak eylemi akla gelmez. Çünkü ölümsüzlük fikri, halihazırda devam etmekte olan hayatın belirsiz bir uzak gelecekte sona ereceği ön kabulünün rahatlığından doğar. Tıpkı bunun gibi, diğer her türden aktivitemizle ölümsüzlük için tohumlar ekmeyi düşlerken diğer yandan akan zaman ile yaşayarak yavaşça ölüme yaklaştığımız tezadı ise ortadan, yakın zamana kadar kaldırılamamıştı ve buna bir çare bulunabileceği de düşünülememekteydi. Ne var ki homo cursus buna bir çözüm bulmuş gözükmektedir.  O, ölümü hem sürekli izlemek hem de sürekli unutmak suretiyle bir yandan düşüncelerini ölüm olgusundan kurtarıp berraklaştırmış, öbür yandan ise ölümü bir şov, bir şaka konumuna hapsetmiştir. Burada, artık ölümün uzaklara götürücü o tren olduğundan bahsedilemez. Ölüm, artık olsa olsa bir rekabet unsuru olarak kalmıştır hayatımızda.

 Kendini öldüren insanların intihar mektuplarının kitaplaştırıldığı, video kayıtlarının döne döne bir film gibi izlendiği ve cinayet görüntülerinin sansürsüz şekilde elden ele yayıldığı bir iklimde insan, kendi ölmeyişini hatırlamaktan başka bir düşünceyle muhatap edilmez. “İşte!” der, “Orada bir yerlerde birileri ölüyor ama ben buradayım hala, hayattayım. O halde kendi işime bakabilirim”. İnsanı bir “climax”e ulaştıran bu durum için porno tabirini kullanmış olmamız boşuna değildir. Çünkü burada artık yalnızca orgazmın ve uyuşmanın varlığı görülmektedir. Depremlerde, savaşlarda ve bu gibi kitlesel şekilde can verilen olaylar sonrasında artık tutulan yasın niteliği, niceliğinden her hâlde daha önemli duruma gelmiştir. Gerçek anlamda duyulan bir hüznün ve çekilen acının koşan insana köstek olacağı düşüncesi sayesinde, şimdi görsel mersiyelerin düzüldüğünü ve ölümün hızlı bir şekilde öğütüldüğü yalan değildir. Açıktır ki bir insan için ölümle yüzleşmenin o dayanılmaz zorluğunun yanında, siyah bir gözlük ve bir yaka fotoğrafı ile tabut önünde durup siyah, simsiyah bir ekran paylaşımı yapması hiçbir güçlük içermemektedir. Böylelikle ölüm, bireysel olmaktan çıkmakta ve fakat toplumsal da olamamakta, esasen hiçbir şey olamayışıyla insanı büyük ölçüde rahatlatmaktadır. Acının yaşandığı yerin kalpler ve ruhlar değil instagram ve twitter hesapları olmasıyla birlikte evrim tamamlanmıştır. Yasın uzunluğu bile performans toplumunda  süreye ve zaman çizelgelerine bağlanmıştır. Buna göre, yakını vefat etmiş olan kişiye yedi veya on dört, yahut bilmem kaç gün için izin yapma hakkı verilmiştir. Bu, pozitif değil negatif bir haktır ve insana sınırlar koyarak onu bir an evvel performans sahasına döndürmeyi amaçlamaktadır. Benzer şekilde, meşhur bir kişinin ölümü sonrasında toplum, söz konusu bireyin ünlüler camiasından olan arkadaşlarının omuzlarına yükler bindirerek ölüm şovunu devam ettirme gayesindedir. Bu “arkadaşlar”dan beklenen, kameralar karşısında yıkılıp savrularak gözyaşlarına hâkim olamamaları, yaptıkları en iyi işi yaparak mizanseni sürdürmeleri ve ölümü olması gereken yerde, ekranlarda, gösterinin tam ortasında tutmalarıdır.

 Çağımızın ölüme karşı bulduğu ilaçlar bunlarla sınırlı değildir. Deep Fake ve bilimum AI kavramları ile artık koşan insanın yeni bir kazanımı da vardır. Artık, kimsenin ölüp sonsuzluğa uğurlanması söz konusu olamayacaktır. Bundan böyle yalnızca sonsuzluk ve ışık hızında koşan insana izin vardır. Yakın zamanlarda Hollywood’un, ölmüş olan ünlü bir oyuncuyu bu ve benzeri teknolojilerle canlandırıp bir filme dahil etme çabalarına giriştiği haber konusu idi. Bu, olumlama çağının da artık sınırlarında olduğumuzu ve ölümü olumlamaktan ziyade ölümün bütünüyle ortadan kaldırılması aşamasına geçtiğimizi göstermektedir. İnsanın tüm hayat ve aktivitelerinin internete ve ekranlara aktarıldığı bir zaman diliminde, internette ve ekranlarda varlığını sürdürebiliyor olmak, yaşamanın yegâne şartı durumunda olduğuna göre, görüntüsel olarak bir kimsenin var olması ölmemiş olduğuna kanıt olacaktır. O hâlde, bedenin ve ruhun ölümünün bir değeri kalmadığından bu gibi olaylardan elem duymaya gerek de yoktur.      

 Bu gibi gerçeklikler, şüphesiz tekelleşmiş şirketlerle devletler başta olmak üzere otoritelerin işine yaradığı kadar kimseye yardım etmemektedir. Weber’in dediği doğrultuda, Batı’da protestanlıkla başlayan rekabet ve performans ortamı artık doruk noktasındadır. Bundan böyle ölümün, bu olguları kamçılayıcı etkisinden başka bir yan etki yahut acı olması mevzubahis olmayacaktır. 6 Şubat depremlerinde vefat eden, resmi rakamlara göre 50.000’den fazla insanın, Ukrayna-Rusya savaşında vefat eden on binlerce insanın, Covid pandemisinde vefat eden yüz binlerce insanın ve her an ölmekte olan onlarca insanın, homo cursus için evrensel ve daimi bir farkındalık kaynağı olması  ne yazık ki mümkün olamamıştır. O hâlâ işine devam etmekte, otorite ve performans doğrultusunda yaşama(ma)ya devam etmekte ve koşusunu sürdürmektedir. O, diğer herhangi bir kavrama nasıl bakıyor ise ölümü de güncel durumda aynı o şekilde görmekte ve bu şekilde ölümün acısından etkilenmemektedir. Buna karşın bu etkilenmeyiş, yaşamın tamamlanmamasına da yol açmaktadır. Fakat insanın, bir noktada performans “nesnesi”ne dönüşümü amaçlandığından, yaşamın tamamlanmaması kötü bir durum değildir ve aksine durmaksızın arzulanmaktadır. Söz gelimi ölüm, artık yakın ve korkunç yahut uzak ve kâbus değil; her an ve hiç’tir.

Yorum bırakın