Revanche

 Revanche; Rövanş 2008, Avusturyalı yönetmen Götz Spielmann imzalı bir film. Spielmann, ülkesinin en önemli çağdaş yönetmenlerinden biri olarak biliniyor.

  Film, iki ana hikâyenin birbirine ulanmasıyla oluşmuş. Yönetmen, günümüz Viyana’sının şehir ile taşra hayatı arasındaki farklarını göz önüne sererken iyi ve kötü klişelerine sıkıştırılması mümkün olmayan karakterleri bu tabloya ustalıkla yerleştiriyor. Olayların  keskin içeriğine rağmen filmin akışı oldukça sakin.  Bu üslup ile yönetmenin, Haneke filmlerine öykündüğü söyleniyor. Ancak  onun kadar sert bir anlatımı  olmadığını da belirtmek gerek.

 Film  kuş sesleri eşliğinde  durgun bir göl sahnesiyle açılıyor. Atılan  taş ile suyun yüzünde oluşan binlerce titreşim; çapı her an büyüyen tek merkezli dalgalar, sanki  iletilip birbirini doğuran, yayılan, ama sonunda etkisi azalacak yaşantıların anlatılacağının habercisi. Çoğu zaman diyalogsuz, izleğimizdeki oyuncunun merkezde olmadığı görüntülerle, sanki  şehirde ve taşrada insanın farklı mekânda farklı yerleriyle ilgili kafa yormamız isteniyor. Merkezde olan ise ne göründüğü gibi gölün karanlıklarına gömülen taş yani ana olay ne de titreşen minik su molekülleri yani insan… Aslında birbiri ardınca sergilenen, bir sonraki halkaya gebe enerji, yani etkileşimler…

 Şehirdeki sahneler; daracık penceresinden hızla geçen trenlerin göründüğü dar odalar, dar koridorlar, soluk, renksiz yaşam alanları ve bunlara bir o kadar tezat, geneleve ait janjanlı, abartılı renklerle döşenmiş odalar arasında gidip geliyor. Genelev çalışanı Ukraynalı Tamara ile yine aynı genelevin tedarikçisi Alex, bu mekanlarda her şeye rağmen aşklarıyla var olmaya çalışıyorlar. Borçlu Tamara’nın var olan yaşam düzeninin değişeceği ile ilgili pek umudu yok. Kendini uyuşturucu ile sakinleştirmeyi seçmiş. Alex ise hırsızlık yüzünden düştüğü cezaevinden yeni çıkmış, yine hırsızlık yaparak yeni bir başlangıç yapabileceği hayalini taşıyor. Her şeye rağmen birlikte eğlenebildiklerine, yardımlaştıklarına, birbirlerini anladıklarına şahit oluyoruz. Onlar da yaşadıkları kirliliklerden arındıklarını  temsil edercesine duşta sevişerek  ilişkilerini kutsuyorlar. 

 Kocaman göbeği, elinde purosu ve zorbalığıyla, genelev patronunun Tamara’yı istemediği bir pozisyona zorlaması ile  bir karmaşaya düşüyorlar. Hayatın akışına karşı yeni bir yol denemeye mecali olmayan Tamara’nın  umutsuzluğuna, Alex’in umudu galip geliyor ve birlikte kaçmaya karar veriyorlar. Alex dedesinin yaşadığı köydeki bankayı soyarak yeni hayatlarına başlayabilecekleri konusunda Tamara’yı ikna ediyor. Her şeyi düşünüp planladığını söylese de aslında öyle aman aman bir planı yok. Varoluşunun iki yüzünü sergilercesine içi dışı farklı renkte montu ve mermisiz  tabancası bu konudaki toyluğuna dikkat çekiyor.   Tamara   ise o kadar masum  ki  beklerken, soygunu kazasız atlatabilsinler diye  tanrıya yakarıyor.  İşte yine   bu yüzden rastlantıyla oradan geçen polisin sorularına ne cevap vereceğini bilemiyor;  arabayla kaçarlarken  polisin hatalı ateş açması sonucu ölüyor. İşte hikayenin ilk yarısı  burada sonlanıyor. Yönetmen  belki de  bunu bile isteye bu denli keskin yapmış. Filmin  ismi ile de bunu en başta duyurmuş; rövanş, bundan sonra aynı rakiple ikinci oyunu izleyeceğiz.

 Aynı köyde yaşayan, çocukları olmayan polis (Robert)  ve karısı (Suzanne) ile hikâye bambaşka bir boyut ve derinlik kazanıyor. Filmin bu noktasından sonra, şehrin nasıl çivisinden çıkmış, nasıl onarılamaz göründüğünü bir yana bırakıyoruz. Önümüzde uçsuz bucaksız özgürlükler sunan, huzurlu görünen yemyeşil alanlar var… Buralarda yaşayanlarsa  dinsel  değer yargıları, aile kavramı ile biçimlenmiş bir adalet algısına sahip. Peki bu tek başına yeterli mi?

 Robert çocuklarının olamayışı ile ilgili sorumluluğun ağırlığı altında ezilmiş, bunu erkin bir diğer sembolü silahı ile hedefleri tam on ikiden vurarak yenmeye çalışıyor. Ama bunu öyle derinlerden gelen bir itki ile yapıyor ki düşünmüyor; hatta  atış çalışmalarında  hızlı olduğu için uyarılıyor. Gerçek hayatta da bu hız onun hata yapmasını kolaylaştırıyor. Babası ve arkadaşları ile diyaloglarında güçlü  ve ideal görünme çabası çok yoğun. Hatta sonunda bu yüzden bir anksiyete atağı yaşıyor.

 Suzanne ise dışarıdaki kuralları anlayan ama onları kendi içinde eğip bükebilen bir anlayışa sahip. Kocasının, Alex’in dedesi Hausner’in, çok yaşlandığı için  artık araç kullanamayacağı ile ilgili uyarısını, şuanda görev başında olmadığını söyleyerek geçiştiriyor. Ardından ise Hausner’e  kiliseye birlikte gitmeyi teklif ediyor…  Kimseleri darıltmadan kendinden vererek ne naif bir problem çözümü! Sonrasında Suzanne’ın çocuksuzluklarına  da kendince bir çözüm ürettiğini görüyoruz ve  anlıyoruz ki inancı ne olursa olsun doğrular konusunda kendine has seçimler yaratabiliyor.  Bunu yaparken de karşısındaki insanları tanıyıp anlama konusunda içten bir çaba içinde.

 Aslında Alex de ona benziyor. İlerleyen sahnelerde hikâyenin ilk yarısında yaşananlara rağmen kendi suçluluk duyguları ile yüzleşmeyi başaracağına şahit olacağız. Olanlardan sonra köye, dedesinin odunlarını kesmek için sığınışı sırasında yine Avusturya’lı yazar Thomas Bernhard’ın Odun Kesmek isimli eserini anımsamamak elde değil. Pek çok kaynak bu romanda nefretin kutsandığından söz eder. İşte yönetmen de  belki bunu anımsatırcasına, Alex’in polis memuruna duyduğu nefretin dışa vurumu gibi onu durup dinlenmeden odun keserken izlemememizi sağlıyor . Bu  işsever tutumuyla,  ona güvenip güvenmemek konusunda karasız kalan dedesi ikna oluyor,  zamanla aralarında daha sıcak bir bağ oluşuyor. 

 Şehirdeki hızlı ve kirli hayatın aksine, kendi sağlığını hiçe sayarak hayvanlarının sorumluluğuyla evinde kalmaya inat eden, bir yandan inançları gereği ölünce eşine kavuşacağı masum hayaline sarılan, diğer yandan da bu kışın  elmasını da gördüğü için sevinç duyan dede  tiplemesi, yönetmen tarafından özenle yaratılmış, eski  doğa insanına övgü mahiyetinde nostaljik bir öge sanki… İhtiyacı odunlarının kesilmesiymiş gibi görünse de ne yığınlar hâlindeki odunlar ne de tekrar tekrar onu yoklayan sağlık sorunları, önlerindeki kış evinde ısınamayacağının göstergesi. Ama o torununun gelişiyle çok sezdirmese de mutlu; ona kapılarını açıyor, onunla mütevazi sofrasını paylaşıyor ve yıllar sonra akordiyonunu eline alıp bir şeyler çalıyor. İlerleyen sahnelerde defalarca, sessiz sedasız odun kesen Alex’in yanından yöresinden yine sessiz sedasız geçişini göldeki halkaların birbirine dokunuşuna benzetmemek mümkün değil. 

 Film boyunca her yaşantıya derinden bakmayı başarabildiğimizde haklı ve haksız kavramlarının  nasıl boşa çıktığı ile adım adım ilerliyoruz. İkinci yarıda olup bitenler ormandaki teneke İsa heykelinin gözleri önünde olup bitiyor. Kimileri ayine gidiyor, kimileri yürüyüşe çıkıyor, kimileri rövanş peşinde koşuyor. Her birinin adalet duygusunun ne kadar öznel olduğuna şahit oluyoruz. Kısa ama etkili diyaloglar, güçlü oyunculuklar  ile karakterlere yakınlık duyuyoruz. Dede sağlığı nedeniyle evden ayrıldığında Alex’in  bahçedeki kış elmalarını toplayışıyla, etkileşimlerinin onda yarattığı değişime simgesel olarak da şahit oluyoruz.

 Son sahnede göle atılan taşın derinlere ulaşıp gölün tekrar eski kıpırtısızlığına ulaştığının habercisi gibi kuş sesleri huzurla karanlık ekrandan evimize doluyor. Kapanış en önemli yaşam sorusunu akla getirir gibi; taş derinlere karışır, dalgalar diner… Görünürde hiçbir şey yaşanmamış gibidir. Öyle midir?

Yorum bırakın