Beş saat süren yolculuğumun sonunda Selim’e kavuşmak güzeldi. Yumuşak siyah bıyıkları, sevimli ince uzun yüzü ve o yüzü süsleyen hoş biçimli dudakları, esmer alnının üzerinden aşağıya kıvrılan ipek gibi dalgalı siyah saçları, insanın içini delen bakışlarıyla sevecendi. Üzerine giydiği eski giysiler olmasa, mağazaların vitrinlerine yerleştirilmiş ideal erkek güzelliğini temsil eden şu pembe cansız mankenlere benzerdi. Okuldayken de herkes ondan övgüyle söz ederdi. Ağır başlı yapısından yayılan sakin bir duruşu vardı; bu vakarlı duruş fiziksel görünümündeki hoş ve alımlı saygınlığıyla birleşince yarattığı etti kaçınılmazdı. Hepimize karşı her zaman ince ve nazikti.
Eve yürüyerek gideceğimizi söyledi. Akşam olmuştu. Pamuk gibi beyaz ay gökyüzünün kararmamasını sağlıyordu, yol boyunca papatyalar yeşillikte beyaz beyaz parlıyordu, çayırlardan kokular yayılıyordu.
…
Üniversiteden sonra görüşmemiştik. Aradım hatırını sormak istedim. Yaşadığı şehre davet etti, seve seve kabul ettim. Çok zengin bir ailesi olduğunu biliyordum, arazilerinin ucu bucağı yoktu. Şehrin dışında bir konakta yaşadıklarını da biliyordum.
Yolda, sohbet ederek ilerlerken konak göründü, yaklaştığımızda avludan yayılan tabak şakırtıları duyuluyordu. Sütunlu, boyası solmuş, büyük tahta kapıdan geçerek; yürüdük. Herkes masanın başındaydı, tanıştıktan sonra, yemeğimizi avluda yiyorduk; baba oğul arasında aniden ateşli bir tartışma patlak verdi, beklenmedik bir şekilde kontrolden çıkıp bir anda nefret dolu suçlamaların ve hakaretlerin havada uçuştuğu berbat bir ağız kavgasına dönüştü. Ayağa kalkıp oradan ayrılsam bu, öfkeli ve şaşkın ruh halimin dışavurumuyla sergilenen kaba bir hareket olacaktı. Bu tuhaf durumun son bulmasını istiyordum.
Selim’in koluna girdim ve oradan uzaklaştırdım. Avlu kapısından dışarı çıktık. Ay ışığının aydınlattığı patika yolda yürüdük epey bir süre. Sonra, durdum elimi omzuna koydu,; “İyi misin?” diye sordum yüzüne bakarak.
“Tamam, iyiyim. Bu hep olur, ilk değil!” dedi, sesinin tınısına yansıyan mahcubiyetle.
Avluya geri döndük. Sonra ışıkları yanan tek yer olan salona geçtik. Babası cüsseli, koca gövdesinin tüm ağırlığıyla pencerenin önündeki boyası aşınmış iskemleye oturmuş, inanılmaz derecede eski, kenarları saçak saçak terliği eline almış, sinek avlamaya çalışıyordu. Geldiğimizi görünce samimiyetsizlikle gülümsedi. Birkaç ılımlı söz söyleyerek; biraz önce birbirlerinin boğazına sarılacak noktaya gelmişken tekrardan uygarca konuşabilecekleri koşulları sağlayabileceğimi düşündüm. Böylece gerginlik giderildi.
Selim yürümeye başladı, salonun ortasında yuvarlak bir masa ve üzerindeki kavanozda kır çiçekleri, geçerken kolunun masaya çarpmasıyla kımıl kımıl oldu. Masanın etrafında dört alçak iskemle vardı, üzerlerindeki minderlerin eskimişliği içindeki pamuğu görünür kılıyordu. Duvarlardaki raflarda, kavanozlar, kalayı mat tabaklar, küçük çerçeveli fotoğraflar, armağan edilmiş minik biblolar, derneklerin dağıttığı bir takım dergiler diziliydi.
Salonun duvarlarında, ünlü ressamların takvim yapraklarına basılı resimleri asılıydı. Karşı duvarda kitaplık vardı. Raflarında ders kitapları bir de eski telefon rehberi dikkat çekiyordu. Salondan arka bahçeye açılan kapının önünde üzerinde hiç kimsenin oturmadığı halde çıtırdayan hasır koltuktan gelen sesle o yana yöneldiğimde Selim, konağın geri kalanını gezdirmeyi teklif etti; onu izleyerek ilerledim. Her şey öyle eski ve öyle etkileyiciydi ki… Özellikle ön taraftaki geniş odalar en ilginç olanlardı; arka taraftaki odaların bazıları, biraz loş ve alçak tavanlı olsalar da yaratılan antika havayla etkileyiciydiler. Dar pencerelerin kanadından sızan o azıcık ışık bile eşyaların eskiliğini gözler önüne seriyordu.
Moda değişip duruyordu, nasıl olmuştu da bu evin tüm eşyaları hiç değiştirilmemiş ve kullanılır haldeydi.
Odalarda neredeyse yüzyıllık varaklı karyolalar; üzerlerindeki ağaç yapraklı, çiçek ve kuş kafaları gibi tuhaf oymalarla kutsal kitaplardan çıkmış gibi duran ceviz ya da meşe ağacından yapılmış sandıklar. Arkası dar evladiyelik sandalyeler; üzerindeki minderlerde yarı silinmiş nakışların izleri hala görülen, daha da eskimiş duran ve nesillerdir üzerine ölü toprağı serpilmiş el yapımı tabureler. Tüm bu kalıntılar geçmişten kalma bir ev havası veriyordu: Anıların mabediydi sanki burası. Evin kasvetini ve tuhaflığını gün ışığında görmek için sabırsızlanıyordum. “Tüm bunlar ay ışığının o soluk parıltısında tuhaf gözüküyor olmalı.” diye düşündüm sonra, Selim’e dönüp;
“Ben bu odada mı kalacağım?” diye sordum.
“Evet. Bu odada kalacaksın.”
“Bu evde bir hayalet olsaydı musallat olacağı yer burası olurdu.” dediğimde yüzüme tuhaf tuhaf baktı.
“O halde. Anladığım kadarıyla, burada hayalet yok değil mi?” dedim gülümseyerek. Selim de;
“Ben hiç görmedim.” dedi, gülümsedi.
“Peki. Sen de benimle mi kalacaksın?”
“Hayır. Az ileride daha küçük bir oda var, orada kalacağım. Görmek ister misin?” dediğinde başımı salladım.
Selim’in odasında bir karyola ve masa gibi kullandığı o tuhaf sandıktan ve taburelerden vardı. Tek kapılı bir elbise dolabı cevizdendi. Duvardaki rafta dizili duran kitaplar lise ve üniversite ders kitaplarıydı. Duvarda asılı duran annesinin fotoğrafı bir de dikkat çeken kol saati vardı. Selim’e bu saatin burada işi ne diye sordum;
“Bu saat, babamın bana mezuniyet hediyesi. Bu ucuz saati takmıyorum. Çünkü benim babam pinti ve çekilmezin tekidir. Bunu sen de gördün…” dediğinde anladım…