Portrait of a Lady on Fire

“Her şey uçup gitmez. Bazı duygular köklüdür.”

Ya da Yarım Kalan Her Aşk Köklenmiş Taklidi Yapar!

  Portrait of a Lady on Fire, Fransız auteur Céline Sciamma’nın Water Lilies, Tomboy ve Girlhood’dan sonra yönetmen olarak çektiği dördüncü uzun metrajlı filmi. Aynı zamanda iyi bir senarist de olan Sciamma’nın hikâyeleri, genelde doğal olaylar tarafından yönlendiriliyor ve gücünü tam olarak asla ifade edilemeyecek kadar büyük duygulardan alıyor. Romantik/drama türünde büyük beğeni toplayan bu film de 1700’lerin sonunda Fransa’da geçiyor ve bize Milanolu bir asilzade ile evlendirilecek olan Héloïse adlı genç bir kadının portresini yapmak üzere tutulan ressam Marianne’in öyküsünü anlatıyor. Héloïse portre için poz vermemeye kararlıdır ve evlenme fikrine karşı çıkmaktadır. Sırf bu yüzden Marianne portreyi gizlice yapmak zorundadır. İşi zor gibi görünse de işin içine duygular girince zorluk yerini tutkulara ve aşka bırakıyor. Zamanda bir anı yakalayan ve zamansız bir öykü yaratan “Portrait of a Lady on Fire”, klasik referanslarla ve titiz detaylarla dolu. Kadınlığın ve aşkın incelikli bir tasviri olan film, çok az romantik filmin başarabildiği bir gerçeklik duygusunu yakalıyor ve bu durum onu oldukça çarpıcı bir seyirlik hâline getiriyor.

Dikkat Spoiler Çıkabilir!

  Portrait of a Lady on Fire, Noémie Merlant tarafından canlandırılan Marianne’in bir grup öğrenciye resim dersi verdiği bir sahneyle açılıyor.  Marianne, öğrencilerinden biri tarafından işaret edilen tabloyu yapmasına yol açan olayları anımsarken üzgün ve düşünceli görünüyor. Tabloda gece vakti kumsalda yürüyen bir kadının uzun elbisesini alevler içinde görüyoruz. Ve hooop bir Sciamma ustalığıyla geçmişe, asıl hikâyenin başlangıç noktasına dönüyoruz. Filmde irili ufaklı her detay gibi, açılış sahnesindeki bu tablo da yerini ilerleyen sahnelerden birinde buluyor. Hiçbir detay havada kalmıyor. Tablodaki kız, yani Adèle Haenel tarafından ustalıkla canlandırılan Héloïse, başlangıçta asık suratlı ve inatçı biri olarak resmediliyor. Kız kardeşinin şüpheli intiharının ardından manastırdan evine yeni dönmüş ve bir yabancıyla evlenme görevini yerine getirme konusunda anlaşılır bir şekilde isteksizdir. Marianne de La Comtesse tarafından kızının bir portresini gizlice yapması için işe alınan bir ressamdır. Héloïse, portresinin yapılmasını reddettiği için bu gizlilik gereklidir. Marianne’i, uzun zamandır sosyalleşmeyen Héloïse için tutulan bir yürüyüş arkadaşı olarak görüyoruz. İzleyici en baştan gerçeği bilse de Héloïse durumdan bihaber. Film, üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde, ikilinin uzun yürüyüşlerine ve sohbetlerine, aralarındaki büyük yalana rağmen kurdukları gerçek bir yakınlığa şahit oluyoruz. Sciamma, bu bölümü Marianne aracılığıyla çerçeveliyor. Héloïse’i neredeyse filmin ilk yirmi dakikasında görmüyoruz. Onu ilk gördüğümüz an, Marianne’in endişeli takibiyle bir uçurumun kenarına doğru olabildiğince hızlı koştuğu o an. “Yıllardır bunun hayalini kuruyorum.” diyor tam uçurumun kenarında. “Ölmek mi?” diye soruyor Marianne ve aldığı cevap “koşmak” oluyor. Bu sahnede, Héloïse’in özgürlüğe duyduğu o tutku dolu özlemi hem izleyici hem de Marianne daha ilk bakışta anlıyor. Bu andan itibaren, iki kadın arasındaki yakınlığı çok yoğun bir şekilde hissediyoruz. Bu durumda, Sciamma’nın hikâyenin ritmini belirleyen senaryo yazarlığı da en az filmdeki başarılı oyunculuklar kadar önemli bir rol oynuyor. Romantizmi ateşli ve erotik bir noktaya taşımak için acele etmiyor. Her bir karakteri birlikte geliştirmeye odaklanıyor; böylece aralarındaki bağ ve karşılıklı güven, deniz kenarında yürürken birlikte attıkları dikkatli adımlarla usulca oluşuyor. Film biraz da iki kadın tarafından yaratılan özel bir aşk dili ve bu dilin tam ifadesini bulmasına yardımcı olan sanat, edebiyat ve müzik eserleri hakkında. Sanat ile aşk usta bir dille iç içe geçiyor.

 Marianne’in ikiyüzlülüğünün ustalıkla ortaya çıkarılması ve ardından çözüme kavuşturulması ile filmin ikinci bölümü başlıyor. Bu bölümde; Marianne portreyi tamamladıktan sonra, Héloïse’in güvenine ihanet etmemeye karar veriyor. Héloïse’e gelişinin gerçek nedenini açıkladıktan hemen sonra da Héloïse’in portresinin kişilikten yoksun olduğu yönündeki eleştirisiyle karşılaşıyor. “Beni böyle mi görüyorsun?” sorusu sadece o an için Marianne’in aklını meşgul etse de bu soru genel olarak bence filmin her anına eşlik edip, adeta iliklerine işliyor. Kısa bir süre sonra Marianne’i, hem Héloïse’le daha uzun süre kalmak hem de özgün bir şey üretmek arzusuyla tabloyu parçalara ayırırken görüyoruz. Benzer arzular Héloïse tarafından da yankılanıyor; annesine, Marianne biraz daha onlarla kalabilirse ikinci bir portre için poz vermek istediğini söylüyor. Bu eyleminde, Héloïse’in âşık olduğu kadının yanında sırf daha fazla zaman geçirebilmek için özgürlüğünden feragat ettiğini görüyoruz. Héloïse’in annesinin üç günlük seyahati sırasında beraber geçirecekleri anlara odaklanıyorlar ve film içinde önemli olan çoğu sahne de bu zaman çizelgesinde yaşanıyor. Marianne, Héloïse ve Sophie (evin genç hizmetçisi), özgür bir evin tadını çıkaran gençler gibi, katı kurallı hayatları yeniden başlamadan önce bu kısacık özgür günlerde, birbirleri için yemek yapıyorlar, beraber kâğıt oynuyorlar ve Sophie’nin istenmeyen bir hamileliği sonlandırmasına yardımcı olmak için çare arıyorlar, kenetleniyorlar. Kürtaj hikâyesinin ele alınış biçimi bile bize dostluklarının nasıl pekiştiğini gösteriyor. Hatta Sciamma, bu sahneye tekinsiz bir samimiyet de katmayı ihmal etmiyor. Sophie’nin işlem sırasında uzandığı yatakta ebenin bebeğinin minik elini tutması, son yıllarda sinemada görülen en sert feminist hareketlerden biri olabilir.  Kısacık anlarda yaşanan, boyu herkesi aşan upuzun duygulara tanık oluyoruz. Bu hikâye, sadece birbirini arzulayan iki aşığın hikâyesi değil, aynı zamanda kadınlıklarını sürdürebilmek için birbirlerine yardım etmek isteyen kadınların hikâyesi. Genelde arzu türleri partnerlerden birinin diğerine hükmetmesine ya da onu yok etmesine yol açar. Fakat Sciamma, yıkıcı değil, yapıcı; hapseden değil birlikte ama özgür bir aşkın tablosunu çiziyor. Romantik aşkın ne pahasına olursa olsun karşısındakine sahip olmak değil, ortak şiirsel bir dünya yaratmak olduğunu savunuyor. Filmde beni en çok etkileyen sahnelerin başında; üç genç kadının görkemli şatonun mumlarla aydınlatılmış mutfağında oturdukları 18. yüzyıl kızlarının pijama partisi tadında geçen gece geliyor. Ve Orpheus efsanesi, Marianne ve Héloïse’in ilişkisinin kaçınılmaz doruk noktasını hem önceden haber veren hem de yankılayan bir şekilde “Portrait of a Lady on Fire”ın içine örülüyor. Bilmeyenler için, kısaca bu miti hatırlatmak isterim. Orpheus, Yunan mitolojisinde ölen karısı Eurydice’nin dirilmesi için Hades’e yalvarmak üzere Yeraltı Dünyası’nı ziyaret eden bir müzisyen ve şairdir. Hades, Orpheus’un isteğini kabul ettikten sonra, yüzeye döndüklerinde karısına bakmak için geriye bakarsa anlaşmanın geçersiz olacağı konusunda onu uyarır. Karşı koyamayan Orpheus, Eurydice’e bir an bakmak için arkasını döner ve Eurydice süresiz olarak Yeraltı Dünyası’nda kalmaya mahkûm edilir. Héloïse’in hizmetçisi Sophie ile bu hikâyeyi yüksek sesle okurken, üç kız kendilerini Orpheus’un kararı üzerine düşünürken buluyorlar. Marianne, Orpheus’un Eurydice’in anısını gerçeğine tercih ederek bilinçli bir karar verdiğine inanıyor. Ve bu inancı ile izleyiciye, kendi iç dünyasına dair çok şey anlatıyor. Gelinlik içindeki Héloïse’in uhrevi görüntülerini aklından çıkaramayan Marianne’in, sevgilisine son bir kez bakmak için arkasını döndüğünde, birlikte geçirdikleri zamanın anılarını gelecekte Héloïse ile yeniden bir araya gelme olasılığına tercih edeceğini anlıyoruz. Bir bakıma; bakma, görme ve geriye dönüp bakma cesareti, Orpheus ve Eurydice efsanesinde temsil ediliyor.

 İki aşık, ayrıldıktan yıllar sonra iki kez daha buluşuyorlar, sıradan buluşmalardan biraz farklı olarak. Birinde, Marianne katıldığı bir sergide Héloïse’in evli bir kadın ve anne olarak portresiyle karşılaşıyor. Öylece durup bakıyor. İkinci ve son buluşmalarında da yine Héloïse ile karşılıklı gelmiyor ama bu defa portresine değil, biraz daha uzaktan da olsa Héloïse’nin ta kendisine bakıyor. Onu, Milano’da bir konserde görüyor. İşte filmin o final sahnesinde yakın çekimlerle ve fonda Vivaldi’nin Dört Mevsim’in Yaz bölümünün Fırtına kısmı ile iki kadının yaşadıkları, yaşayamadıkları her duygu izleyiciye geçiyor. Çarpıcı sinematografisi ve yavaş temposuyla Sciamma’nın şaheseri, yarım kalmış bir aşkı anlatırken abartısız ama asla sıradan değil. Bu filmde söylenmemiş o kadar çok şey var ki, Sciamma bunları müzik ve sanat aracılığıyla ustalıkla dile getirerek bize iletişimin sayısız biçimi olduğunu gösteriyor. Yönetmen Mati Diop’un görsel açıdan cam gibi bir görüntü sunan Atlantics adlı filmini de çeken Claire Mathon, birbiri ardına net ve hassas bir şekilde çerçevelenmiş görüntüler sunarak çok yönlülüğünü gösteriyor. Görsel ziyafeti, Dorothée Guiraud’nun nitelikli kostüm tasarımı tamamlıyor. Filmdeki renkler, daha ilk sekanstan hemen göze çarpıyor. Yeşil elbise ve Héloïse’in çelik mavisi gözleri, portreye de filme de bilinçli bir şekilde renk katıyor. Aynı zamanda doğal ışık kullanımı, filmin başından itibaren hem içeriye hem de dışarıya nüfuz etmiş gibi görünüyor. Dijital kamera kullanma tercihi ise, Sciamma ve Mathon’un iç mekân sahnelerini düşük ışıkta yakalamalarını sağlayarak görüntülerin sanatsal kalitesine katkıda bulunuyor.

 Portrait of a Lady on Fire aşkı, ateş başında yapılan bir şölende alev almış bir etekle açığa çıkartıyor. Kısacık anlara ve derin paylaşımlara hapsediyor. Sonra vakti gelince, arkasını dönüp çekip gidiyor derken geride ne bıraktığına son bir bakış atıyor. Ve sadece bu hamlesiyle bile; geçmiş anıları, şimdiki zamana ve gelecek anlara tercih ettiğini bize gösteriyor. Tıpkı Héloïse’in Marianne’e dediği gibi: “Yalnızken özgür hissettim. Ama seni özlediğimi de hissettim…” Biraz da bu tavrıyla, imkânsız bir aşkı ölümsüz kılmış oluyor. Bir film sonrası yine derin düşüncelere dalarken buluyorum kendimi. Final sahnesine geri gidiyorum. Ve kafamın içinde Vivaldi/Dört Mevsim’i yerine Büyük Ev Ablukada ve o şahane şarkısı İhtimallerin Heyecanına Üzülüyorum çaldığını duyuyorum. Çünkü konuşmadıklarımız da gerçek değil mi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorum bırakın