Hayatımızdaki sineklere ithafen…
Etraflıca çevresine baktı. Aklından geçenleri harekete geçirmek için çok heyecanlıydı. İçinden, “Ne kadar da kurnazım.” dedi. İlk gördüğü tezgâha yaklaştı. Hiçbir ihtiyacı olmamasına rağmen ürünleri tezgâhta inceliyor yerlerini değiştiriyor fiyatlarını sorup sürekli çok pahalı, diyordu. Tezgâh sahibi adamın dikkatini çekmeyi başardı. Hissettiği anda Sinek sinsi gülümsemesini suratına koydu ve ellerini sanki üşüyormuş gibi birbirine kovuşturup gizlice ovuşturmaya başladı. İlk görevi esnafı bezdirmek, elindeki malları bedavaya getirip satın almaktı. Kendini kovdurmadan tatlı sert çizgide dans ediyor esnafın aklını ruhunu sabırla ele geçirmeye çalışıyordu. Sonunda öldürücü o cümleyi kurdu, “Para sıcak bak kaçırma kardeş bulamazsın.” dedi. Esnaf, çalışanına baktı, dişlerini sıktı içinden geçirdiklerini anlamak için derin ruh bilimi okumaya bilmeye gerek yoktu. Tezgâhın altından poşeti çıkardı, ürünleri içine koydu, sineğin elindeki parayı hızlıca çekti, Sinirli bir şekilde “Al kardeşim!” dedi. Sinek arkasını döndü, sinsice güldü ellerini ovuşturdu. Sokakta yürürken akşam için hazırlık yapan meyhanelerin önüne geldi. Gözüne birini kestirip yaklaştı. Kan ter içinde çalışan masaları düzenleyen garsona yaklaştı. “Kardeş şeker hastasıyım, acil tuvalete gitmem lazım sizinkini kullanabilir miyim?” dedi. Çocuk yüzündeki sahte bir o kadar da inandırıcı o çaresizliğe aldandı. “Gel abi götüreyim seni,” dedi. Tuvaleti gelmemişti. İçeri girdi. Kapıyı kapadı. Aynada kendine bakarken suyu boşa akıtmak için musluğu açtı. Sıvı el sabunun büyük bir kısmını klozete döktü. Tuvalet kağıtlarını mumya sarar gibi sağ eline sardı. Bir kısmını klozete atıp sifonu çekti. Bir kısmını da doğrudan çöpe attı. “Bu sefer tıkanmasa bile bir sonrakinde kesin tıkanır bu iş de tamam.” dedi. Planları tıkırında işliyordu.
Bir sonraki durağı antikacılar sokağındaki çay eviydi. Bir bardak çay söyledi. Bardak o kadar temiz görünüyordu ki bahane bulamadı. Ama Sinek bu. Düşünmüştü bunu. İşi buydu. Cebinden hazırladığı susamları çıkardı. Çay bardağının kenarına çaktırmadan iliştirdi. Mekânı tek başına işleten yaşlı adamı gözleri ile yakalayıp tiksinme ifadesini sergileyerek yanına çağırdı. “Bu nedir beyefendi bardakları yıkamıyor musunuz?” dedi. Yaşlı adam kıpkırmızı oldu. Bir türlü bardağın o hâline anlam veremiyordu. “Hemen yenisini getireyim.” dedi. Özür diledi. Defalarca. O sıralarda mendil satan, yabancı uyruklu olduğu anlaşılan ufak bir kızcağızın yaklaştığını gördü. İlk önce gururunu kırarak kovmak istedi. Fakat işi daha fazla çirkinleştirebileceğini biliyor, sınırlarını zorlamak istiyordu. Sinek yaşlı adamın arkasının dönük olduğunu gördü, müşteriler ise başka yöne bakıyordu. Anlık bir hamle ile yeni gelen çay bardağını yere itti. Kırılma sesi mekânın bütün ilgisini masasına çekti. Bağırarak ayağa kalktı ve mendil satan kıza haykırarak, “Hay Allah sakar şey, mantar gibi çoğaldınız bir çay bile içirmiyorsunuz memleketimizde!” dedi. Yaşlı adama elleri ile işaret ederek “Bunları buralara neden sokuyorsunuz efendi. Sizi şikayet edeceğim görün bak!” dedi. Mekânı hızlıca terk etti. Keyiften içi gıdıklanıyor bir an önce köşeyi dönüp. Ritüelini yapmak istiyordu. Köşeyi döndü. “Ne kadar da kurnazım.” diye söylendi. Sinsice kahkahasını attı. Ellerini ovuşturmaya başladı…
Sinek evine gitmeden sokaklarda gezmeye, yolu uzatmaya bayılırdı. Nerde anın tadını çıkaran insanlar görse uzaktan onları gözetler, hayatlarına kötülük bırakmanın bir yolunu bulurdu. Bankta birbirine yakınlaşmış çifti görünce önce yanlarındaki banka oturdu. Sonra sesli sesli homurdanmaya başladı. “Utanma arlanma kalmadı. Gidin evinizde yapın ne yapacaksanız. Edep yahu edep!” dedi. Sürekli aynı şeyi aynı ses tonuyla vızıldıyordu. Çift artık bu vızıldamaya dayanamadı ve banktan kalktı. Sırt çantalarını koyduklarını yerden alıp birbirlerine sarıldılar. Farklı yönlere gidip uzaklaştılar. Biraz soluklanmak istiyordu. Eski hatta biraz paslanmış metal tabakasını çıkardı. İçinde elleri ile sardığı sigaralarına baktı. Bir tanesini seçti. Kokladı. “Gözünü sevdiğimin Adıyaman tütünü!” dedi. Sigarasından bir nefes alıyor, etrafı gözetliyor insanlara rahatsız edici bakışlar atıp yersiz yersiz gülümsüyordu. Ara ara suratını buruşturup etrafta oynayan çocuklara bakıyor, kendilerini suçlu hissetmelerini sağlıyordu. Rıhtıma doğru tekrar yürümeye karar verdi. Havanın birden serinlediğini hissedince vapurların olduğu yere kadar yürüyüp kenar köşede güneşte ısınabileceği, denize bakabileceği bir yer bulup uzaklara daldı. Elini cebine attı. Defalarca katlanıp açılmış, yıpranmış eski kağıdı açtı.
Çabası farklı, kabası da…
En yumuşak hali tasası…
Etme eyleme deyişi,
Çorbayı üflemesi, konserveyi açışı…
Yağmurun altında oyalanması,
Islanırken üzerindeki damla lekelerine bakması,
En ıssız çınarın altında hapşırması,
Kendine çok yaşa demesi buna hiç inanmaması…
Dudağını koklayıp sevgiliyi araması,
En acısı rüzgarla gelen nemin hep anlık ferahlatması…
Ben sana inanıyorum Adam,
İris
Sinek şiiri tekrar tekrar okudu. Gözlerinden yaş gelene kadar. Aniden sert bir rüzgâr esti. Vapurların düdüğü ile irkildi. Birden içinden yükselen sinirine ve duygularına hâkim olamayıp insanların bakışlarına aldırmadan etrafta ne bulduysa denize fırlattı. Hızlıca oradan ayrıldı.
Apartmanın önüne geldiğinde apartman görevlisi Asım Bey çöpleri toplamıştı. Kapının önünü süpürüyordu. Göz göze geldiler. İki gün önce yoktan yere çıkardığı kavgayı düşündü. Adamı hırpalamış, işsiz kalıp sürünmesi için elinden geleni yapacağını söylemişti. Yanından geçerken bir selam bile vermeden “ O Hatice Hanım’a söyle etrafta beslediği kediler buraya yerleşti resmen, sabaha kadar miyav miyav uyku muyku kalmadı.” dedi. Asım Bey etrafı süpürmeye devam ederken “Olur beyim!” dedi. Apartmandan girince en dipteki zemin bahçe katı daire onundu. İçeri girdi. Temiz havadan sonra belki de günlerdedir havalandırılmamış evin kokusu birden ağır gelmişti. Başı döndü, aynalı ahşap portmantoya tutundu. Pardesüsünü astı, elindekileri yere bıraktı. Ayakkabılarını salonun ortasına girince çıkardı. Kenara doğru fırlattı. Köşede birikmiş şarap şişeleri devrildi. “Neyse kırılmadı.” dedi. Sararmış rutubetten küflenmiş perdenin kenarından sızan güneş ışığı evde değdiği her yerin bir parmak kadar tozunu ortaya çıkarmıştı. Mutfağa doğru gitti. Üst üste birikmiş bulaşıkların yoğun kokusu midesini bulandırdı. Dolabı açtı. Biraz peynir buldu, biraz dünden kalan şarap. “Bu işimi görür dedi.” Yatak odasına aylardır uğramıyordu. Evindeki tüm yaşamını yeşil kadife kumaşlı koltuğun çevresinde geçiyordu. Televizyonu açtı. Kanalları sürekli geziyor, şarabından bir yudum alıyor, peyniri çatalın ucu ile didikliyordu. O sırada yan daireden konservatuvar öğrencisi Rojda’nın keman sesi geldi. Kızcağız Sinek’in evden çıktığını Asım Bey’den haber almıştı. Sınavlara hazırlanmak için fırsat görmüştü. Fakat Asım Bey, Sinek’in geldiği haberini geciktirmişti sanırım. “Golha” dedi Sinek. Kızın kusursuz çalışını kısa bir süre dinledi. Gülümsedi, hoşuna gitmesine rağmen duvara elleri ile defalarca vurdu. “Edep yahu edep!” diye bağırdı. Ses kesildi. Köşede duran kemanına bir sevgiliye bakar gibi baktı. Küskünlüğünü belli edercesine. Tabakasını çıkardı, sigarasını yaktı. Birkaç nefes aldıktan sonra onlarca sigara ve kül birikmiş dolu kül tablasına iliştirdi. Yanar halde bıraktı. Kanalları dolaşırken siyah beyaz bir Yeşilçam filmi buldu. Üzerine battaniyesini çekti. Televizyona arkasını döndü ve “En iyisi biraz uyumak.” dedi…