İhmalin Elmas Parıltısında Çöküş: Olmamış Bir Geleceğin Harabeleri

 2199 yılına gelindiğinde, şehirler taşla ya da çelikle değil, rüyalarla inşa ediliyordu. Zamanın bir aksesuar olduğu, işlevselliğin güzelliğe hakaret sayıldığı bu yüzen kuleler, bir zamanlar unutulmuş bir ütopyanın fısıltılarıyla ayakta duruyordu. Bu şehirler sadece düşmedi—hayır, tam anlamıyla bir ihtişam içinde yok oldular. Kendi ışıltılı hayallerinin ağırlığı altında çökerek ihmali bir lüks olarak kucakladılar.

 Bir zamanlar sokaklar, üzerlerinden opera sahnesinde süzülen araçların kaydığı sıvı altınla kaplıydı. Binaların duvarları sadece sanatla kaplanmamıştı; bizzat sanattı. Her gün bambaşka bir yüzle, o anki ruh hâlini, arzuları, keyifleri yansıtan yüzeylerdi. Bugün, gökdeleninizin bir Botticelli tablosu gibi görünmesini mi istersiniz? Hemen! Yarın belki de kuantum minimalist bir şey? Neden olmasın?

 Fakat güzellik, tıpkı her şey gibi, bir sona sahipti. Ve şehir çatlamaya başladı -gözle görülür değil elbette. Çatlaklar, ruhundaydı, toplu hayal gücünde oluşan ince yarıklar… Bakım, bu fütürist “dandy”ler için fazla sıradan bir fikirdi. Yüzen sarayları paslanmaya başladığında, bu pas metalden değil, unutulmuş rüyaların yavaş çürümesinden kaynaklanıyordu.

 Hükümet-eğer ona hükümet denebilirse- bir kurumdan ziyade, takipçi sayısı ve dikkatle küratörlük edilmiş “zevk” anlayışı olan “influencer”ların oluşturduğu bir kabileydi. Bu zevk öncüleri, elmaslarla süslü elleriyle, her köşede yeni bir estetik devrimin beklediğine söz veriyordu. Ama unuttukları bir şey vardı: En lüks makinelerin bile yağa, en ince ipliklerin bile bakıma ihtiyacı olur.

 İhmal bir başarısızlık değildi -hayır, burada bir performans sanatıydı-. İktidarın büyük salonları, bilinçli olarak çürümeye terk ediliyordu; her toz tabakası, tasarıma gravitas katıyordu. Elitler, çürüyen havayı kristalize maskelerle soluyor, ciğerlerine dolan çürüme zerreciklerini bir stil beyanı olarak kucaklıyorlardı: “Tarihi soluyorum.” Çöken binaların önünde selfie çekiyorlar, elmas kaplı “drone”lar bu ihtişamlı harabeleri arka plana alarak onları ölümsüzleştiriyordu. Sanki entropiyi, saf zarafetle aşmışlardı.

 Şehrin devasa bölümleri “oturulamaz” ilan edilmişti, bir zamanlar cıvıl cıvıl olan yapılar artık çürümeye terk edilmiş müze parçaları gibiydi. Bir zamanlar göz kamaştıracak kadar parlak açan bahçeler, şimdi kristalleşmiş otlarla doluydu. Yollar, eski bir parşömen gibi kıvrılarak çatlıyordu, neon tabelaların soluk yansımaları hafifçe parlıyordu. Boş sokaklarda, unutulmuş kutlamaların fısıltısı duyuluyordu: Yarın yeniden inşa edeceğiz…”

 Ama o yarın hiç gelmedi.

 Ve bu mükemmelliğin enkazında, büyülü bir şey oldu. Yıkılan sadece binalar değildi -gelecek fikrinin kendisi de çöktü-. Bir yıldızın kendi içine çökmesi gibi, ilerleme kavramı kendi yarattığı bir kara deliğe doğru çekildi. Toplum o kadar ileri gitmişti ki kendi başlangıç noktasına geri döndü; parıldayan, ironik bir distopyaya dönüştü. Burada çürüme bir hata değil, bir moda beyanıydı.

 Şehir, parıldayan bir moloz katedrali oldu. Bir zamanlar krom ve camdan yükselen kuleler, şimdi sokakları kaplayan ışıltılı elmaslara dönüşmüştü. Her adımda, ayakların altında unutulmuş hayallerin çıtırtısı yankılanıyordu. Kalan vatandaşlar, kıyafetleri yırtık, teknolojileri işlevsizdi -ama karizmaları, ah, dokunulmazdı-.

 Kimse enerji şebekelerinin uzun zaman önce çöktüğünü ya da bir zamanlar kusursuz olan gökyüzünün şimdi kalıcı bir alacakaranlığa büründüğünü umursamıyordu. Kalan birkaç vatandaş, salonlarının kalıntılarında son damla şampanyalarını yudumlarken kahkahalarla dolup taşıyordu. Sanki zamanı fethetmişlerdi: En büyük düşmanlarını –zamanı– yerle bir etmişlerdi.

 Çünkü zaman nedir ki sonsuza dek parlayabiliyorsan?

 Ve böylece, bir zamanlar insanlığın en büyük başarılarının simgesi olan şehir, ölüm döşeğinde parıldamaya devam etti. Neon ışıklar son bir kez yanıp sönüp sessizliğe gömüldü, ama kimse fark etmedi. Herkes, parçalanmış aynalarda yansıyan kendi suretlerine hayranlıkla bakıyordu, çünkü o aynalar -çürümesine rağmen- hâlâ elmaslar gibi ışığı yakalayabiliyordu.

 Sonunda, elinizde parçalanan güzellikten daha değerli ne olabilir ki? İhmal tarafından yıkılan bir şehir, tüm mücevherlerin en kıymetlisidir.

 Ve mücevherler, bildiğimiz üzere, ebedîdir.

Yorum bırakın