Yakın Gelecek, Uzak Geçmişten Daha Güzel!

 Michel Franco tarafından yazılan ve aynı zamanda ustalıkla yönetilen Memory (Hatır), 80. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde geçtiğimiz senenin en çok ses getiren yapımlarından biri oldu.  Meksikalı “auteur”ün travma, bağlantı ve şifalanma üçgeni üzerine kurduğu bu film, diğer işleriyle kolayca ilişkilendirilemeyecek bir nitelikte olsa da Franco’nun kendine özgü sertliğinden ve yoğunluğundan asla vazgeçmiyor. Önceki filmleri, hatta en son çektiği ve Meksika’da tatildeyken büyük bir ihtiyaç anında ailesini terk eden bir adamı konu alan Sundown bile soğukkanlılığını ve mesafesini koruyordu. Fakat Franco, Memory ile üslubunu değiştirmeden belki de ilk kez kalbinin kapısını aralık bırakıyor. Bastırılmış ya da sonsuza dek kaybolmuş puslu bir geçmişi ve ısrarla hesaplaşmayı talep eden eski karanlık deneyimleri kucaklamasında ise muhteşem oyunculuk performanslarıyla Jessica Chastain ve Peter Sarsgaard ona önemli ölçüde yardımcı oluyor. Yönetmenin Brooklyn’de geçen üçüncü İngilizce filminde, Josh Charles, Merritt Wever, Jessica Harper ve gelecek vaat eden yeni oyuncu Brooke Timber da oyunculuklarıyla göz dolduruyorlar. Ve bu etkileyici dramda birbirleriyle bağlantı kurmaya çalışan kırık dökük insanlar, izleyicisiyle de oldukça derin bir bağlantı kurmayı ihmal etmiyor.

 Dikkat Spoiler Çıkabilir!

  Memory, başlangıçta o kadar tanıdık geliyor ki ilk aklınıza gelen sıradan bir konunun iyi oyuncularla süslenmiş olabilme ihtimali oluyor.  Film, “Adsız Alkolikler” toplantısına katılanların eğik yakın çekimlerle fotoğraflanmasıyla başlıyor. Sırayla “Hatırlıyorum.” diyorlar ve geçmişe gidiyorlar. Çok geçmeden Franco’nun bakışları, kızı Anna (Brooke Timber) ile toplantıya katılan Sylvia’ya (Jessica Chastain) yerleşiyor. Anne-kızın arasındaki bağın ne kadar kuvvetli olduğunu, bu savunmasız ve çıplak alanda birlikte olmaları sayesinde, daha ilk sahneden anlıyoruz. Bu sahne aynı zamanda, Sylvia’nın ayıklığının 13. yılını kutladığını (yani Anna’nın doğumundan beri ayık olduğunu) ve erkeklere karşı güvensizliğini de direkt olarak olmasa da alt mesajlarla ortaya koyuyor. Zaten filmin ilerleyen dakikalarında, ikilinin Brooklyn’in su kenarındaki Sunset Park semtinde beraber yaşadıkları küçük dairelerinin birden fazla kilit ve alarm sistemiyle korunduğunu görüyoruz. Sakin bir gizemle ilerleyen filmde, izleyici de içinden usulca tahminlerde bulunuyor. En azından, filmin ilk yarısında ben öyle yaptım. Bu ölçülü merak da Saul’un (Peter Sarsgaard) resme tam anlamıyla girmesiyle doludizgin ilerliyor ve böylelikle, filmin ikinci perdesi başlıyor.

 Evli küçük kız kardeşi Olivia (Wever) tarafından sürüklendiği bir lise buluşmasında Sylvia’nın, katılımcılardan Saul’un (Sarsgaard) kendisine yaklaşmasından tedirgin olduğunu görüyoruz. Saul’un puslu bir hatıraya benzeyen bulanık görüntüsü de bence filmin ismine ince bir gönderme niteliği taşıyor. Franco’nun minimal ara kesmelerle uzun çekimlere olan tutkusu, görüntü yönetmeni Yves Cape’in soğukkanlı ve sabit kadrajıyla birleşince gizemli gerilim tohumları filmin bir sürü sekansına ustalıkla serpiştiriliyor. Saul’un görüntüsünün bulanıklığı, bir anda Sylvia’nın yanına gidip oturmasıyla ortadan kalkıyor. Aralarında tek bir kelime bile konuşmadan öylece duruyorlar. Sylvia’nın gerginliği, Saul’un tebessümlü ifadesi karşısında artıyor, sonrasında hışımla orayı terk ettiğini görüyoruz. Saul onu evine kadar takip ediyor ve terk edilmiş eski bir sevgili gibi penceresinin önünde duruyor. Yağmur yağmaya başlamasına rağmen orada kalıp bir lastiğin deliğinde, siyah bir çöp torbasını battaniye olarak kullanarak uyuyor.  Bu sekansta sessizlik hâkim ve çok az diyalog geçiyor. Franco’nun bildiği sularda yüzdüğüne şahit oluyoruz. Karanlık anlatı tarzı, izleyicideki heyecanı tırmandırıyor. Bu tırmanışta, bizi yönlendiren tümsekler ve gizli saklı benzersiz taşlar var, henüz hiçbir yere oturtamadığımız. Sylvia, bütün geceyi dondurucu yağmur altında geçiren Saul’u sabah baygın halde bulunca, onu alması için kimliğindeki acil durum irtibat kişisini, kardeşi Isaac’i (Charles) arıyor. Franco’nun kurgusunun incelikli yumruklarından ilkini Sylvia’nın Saul ile yüzleşmesinde yiyoruz. Bu yüzleşme sırasında, Saul’un demans hastalığından muzdarip olduğunu fark ediyoruz ve aynı zamanda Sylvia’nın da 12 yaşındayken Saul’un arkadaşı Ben tarafından tecavüze uğramış olduğunu. Sylvia, Saul’un da kendisine tecavüz ettiğine inanıyor ve geçmiş zamana olan tüm öfkesini haykırıyor. Saul’un uzak geçmişi hatırlaması, yakın geçmişteki olaylardan daha iyi olsa da lise dönemi neredeyse bulanık. Sylvia’nın o döneme dair anılarının da tam olarak doğru olmadığı zamanla ortaya çıkıyor. Film ilerledikçe, bir sürü duygu ve düşüncenin muğlak olduğunu görüyoruz. Memory, bize sunulan her bilgiden ilk bakışta çok da emin olmamamız gereken kaygan bir melodram sunuyor. Saul ve Sylvia hafızaları farklı şekillerde etkilenmiş iki insan: Biri hastalık, diğeri ise zaman ve travma nedeniyle. Filmin kırılma noktalarından biri olan bu yüzleşme sahnesinden sonra, Saul’un kardeşi Isaac’ın (Josh Charles), yetişkinlere bakım hizmeti veren bir sosyal hizmet görevlisi olan Sylvia’ya Saul’a bakması için bir iş teklif ederek işleri karmaşıklaştırmasıyla, film türler arasında gezinmeye başlıyor. Belirsizlikler yerini, derin bir romantizme bırakıyor ve birlikte daha fazla zaman geçirmeye başladıkça, Sylvia ve Saul arasında gelişen yakınlık, ortak noktaları olan keskin yalnızlığı ortaya çıkarıyor. Chastain ve Sarsgaard, aralarındaki geçici bağa yön veren temkinli ihtiyaç hâline, muazzam bir acıma duygusu katıyorlar. Beraber paylaştıkları gösterişsiz günlük aktivitelerde (beraber film izledikleri sahne), duyguyu iliklerinizde hissediyorsunuz. Yönetmen, bu ikilinin karakterlerinin güven sorunları etrafındaki gergin dansını etkileyici bir duygusal samimiyetle kadraja yansıtırken aynı şekilde, ilişki fiziksel bir boyuta geçtiğinde aşka aç sakarlıklarını da yine aynı samimiyetle ekrana taşıyor. Sanırım abartısız ve yalın bir anlatımla bunu başarabilmek, benim için bu filmi başka bir seviyeye ulaştırıyor. Yönetmenin stil sahibi minimalizmi, bana yer yer kendisinin Dogma akımını benimsediğini düşündürtüyor. Tabii karakterlerin iç yaşamlarına ve duygularının çalkantılı dünyasına odaklanmada oldukça etkili ve sade teknikler kullanması da bu düşüncemi doğruluyor.

 Filmin yine önemli sahnelerinden biri de Sylvia’nın, arasının bozuk olduğu annesi Samantha’nın (Harper), kız kardeşi aracılığıyla Anna’yla temas kurduğunu keşfetmesi ve travmatik çocukluk deneyimlerinin açığa çıktığı o anlar. Cinsel istismar, inkâr, sessizlik ve suçluluk gibi değişken unsurlar, bu tematik yapıdaki pek çok filmden tanıdık olsa da tüm bunların önümüze hemen bir tepside sunulmamış olması ve bu travmanın farklı bir açıdan bize yansıtılmış olması, üzücü ve dokunaklı anlar yaratıyor. Benim için tam olarak bir plot twist olmasa da yine de beklenmedik bir sahne olduğunu söylemek mümkün. Cinsel istismarı yapan kişiyi görmüyoruz, buna sessiz kalan kadınların Sylvia’ya ne kadar zarar verdiğini ve aralarındaki hüzünlü çaresizliği görüyoruz. Yıllar öncesinin tüm hayaletlerinin tek bir üzücü sahnede ortaya serildiği, Franco’nun karakteristik uzun çekim tarzında, bir aile çöküşüne dönüşen üçüncü perdede, tüm oyuncular duyguların böylesine katartik bir şekilde açığa çıkmasını inandırıcı kılıyor. Yönetmen de oyuncularını manipüle etmeden yollarından çekiliyor. Ve ortaya filmin geneline de yansıyan, elbette sert ama aynı zamanda şaşırtıcı derecede yumuşak bir dram çıkıyor.

 Memory, Franco’nun tartışmasız en şefkatli filmi. Kendi hayatınıza yeterince dikkatli bakarsanız her zaman kaçmaya ve koşmaya değer bir şeyler olduğunu tam olarak anlayan/anlatan bir film. Üstelik, izleyicinin kafasında irdelemesi için birçok soru bırakıyor. Benim kendime sorduğum soru da şu: Bir insan gün geçtikçe kendisine daha az benzese, geçmiş deneyimlerini öyle ya da böyle içselleştirmeyi bıraksa bile hâlâ kendi olabilir mi? Hâlâ duygularını en şeffaf haliyle sahiplenip âşık olabilir mi? Peki her şeye rağmen, içi umut dolabilir mi? Bu arada, farkında olmadan farkındalık dolu üç soru sormuşum kendime. Birbirleriyle bağlantılı üç soru. Tıpkı bağlantı kurabilen ve birbirini destekleyen her şey gibi; aynı Sylvia ve Saul gibi.

Yorum bırakın