Birazdan gelecek metroyu, oturduğu bankta elindeki dergiye bakarak bekliyordu. Derginin kapağında bir trenin vagonlarının, birbirlerini görebildiği bir virajı alırkenki hâlinin fotoğrafı vardı. “Onu en son böyle bir mesafeden görmüştüm.” diye geçirdi içinden. Aynılığın içinde bir virajın iki ucu, acı bir tat vermişti ağzına. Birlikte bir yolda oldukları son günün sabahına, sevişen bedenleri hiç ayrılmayacak kadar birleşmişti halbuki. Derginin kapağına baktıkça derinleşen bir geçmiş çağırmaya başladı. Düşünceler fazla davetkardı ancak daveti geri çevirmek konusunda yıllar içinde ustalaşmıştı. Yerinden kalktı. Dergiyi banka bıraktı. Ellerine eldivenlerini geçirdi ve etrafta dolanmaya başladı. O sırada telefonu çaldı. Arayan, altmışıncı yaş günü partisini organize ettiği müşterisiydi. “Günaydın Sungur Bey!” diye açtı telefonu. Sungur Bey de “Günaydın Elif Hanım, davetli listesinde bir değişiklik oldu. Size bir e-posta gönderdim. Ancak atlanmasın diye, bir de telefon etmek istedim. Boston’dan misafirlerim gelecek. Malum üç günümüz kaldı, her şey dört dörtlük olsun istiyorum.” dedi. “Şimdi ofise geçiyorum, e-postanıza bakacağım. Aradığınız için teşekkürler.” diye yanıt verdi. Kendi kendine de “Son dakika eklenenler olmasa şaşardım.” diye söylendi. Telefonun ucundaki Sungur Bey, Elif’in dediklerini duymadı. “Alo Alo!” diye yinelerken telefonun kapandığını fark etti. Elif, tam o sırada gelen metroya binmişti ve telefonunun kapsama alanı kesilmişti. Ama onu bekleyen bir e-posta olduğunu duymuştu.
Sungur Bey, her şeyin pürüzsüz olmasını isteyen biriydi. Elif, Sungur Bey için başka partiler de organize etmişti. İkisinin de bir zamanlar Boston’da yaşamış olması, aralarında bir bağ kurdurmuştu. Sungur Bey de Elif’in daimî müşterilerinden biri olmuştu. Ofise varınca ilk işi, ‘-“Boston Çağrısı” olarak düşündüğü, e-postayı okumak oldu. Elli kişilik davetli listesi, elli üçe çıkmıştı. Eklenenler içinde ”Edward Smith” ismini gördü. Onca Türk isminin içinden bu yabancı isim, hemen dikkatini çekmişti. Ancak dikkat çekici olan ismin yabancı olması değildi de derginin kapağındaki trenin, kendisine anımsattığı kişiyle aynı ismi taşımasıydı. “Yok canım, aynı kişi olamaz. Akıl takılınca göz seçici olurmuş.” diye, kendi kendine söylendi. Ancak liste gittikçe anımsadığı isimlerle dolmuştu. “Nereden biliyorum ben bu isimleri?” derken bir anda Edward’ın üyesi olduğu Boston Mason Birliği’nde, üç Türk’ün olduğundan bahsettiğini ve isimlerinin birbirlerine ne kadar uyumlu olduğunu söylediğini, sonra da “Sungur, Salih, Sami” dediğini hatırladı. Tıpkı şu an okuduğu gibi, Sungur Bey’in listesine eklenen üç kişi; Edward, Salih, Sami.
Edward’ın uyum üzerine takıntısı vardı. Aynı sesler, aynı renkler, aynı tatlar, uzayıp giden aynılıklar. Aynılıklar ile aidiyeti birbirine bağdaştırırdı. Bunu öyle savunur, durumu öyle çekici kılardı ki Elif de onun bir parçası olabilmek için her şeyi yapardı. Bir gün Elif’e, ailesindeki herkesin isminin ”e” ile başladığının, bu yüzden Elif’in adının genişlemesini istediği ailesine uygun olduğunu söylemişti. Elif o gün “Elif” olmayı daha da çok sevmişti. Ancak Edward’ın uyum kriterlerinin, bununla sınırlı olmadığından bihaberdi.
Elif, yüksek puanla mezun olduğu üniversite eğitiminden sonra, Boston Üniversitesi’nde, İşletme Yüksek Lisansı’na burslu öğrenci olarak kabul edilmişti. Okul başlamadan bir hafta öncesinde, Boston’a yerleşmişti. Elif’e koca bir şehir gibi gelen kampüs alanında, turistlerden başka kimseler yoktu. Bir okulun turistlik bir alan olabileceğine çok şaşırmış ve buraya geldiği için kendini çok şanslı hissetmişti.
Kayıt işlemlerini yaptırmak için okulun finans bölümüne gitti. Odada yazıcının başında, çıkan sayfaları toplayan Edward’dan başka kimse yoktu. Elif Edward’ın işlemlerini yapacak kişi olduğunu düşündü. “Merhaba, ben Türkiye’den burslu gelen yeni yüksek lisans öğrencisiyim.” dedi. O da “Merhaba, yeni öğrenci.” diye yanıt verdi. Elif, “Evraklarım burada!” diye buyur etti. Edward gülümseyerek “Ben finans direktörüyüm. İşlemlere bakan kişi, şu an burada yok. Daha sonra yine uğrayın.” dedi ve kapıya yöneldi. Tam çıkarken fikrini değiştirip “Benimle gelin!” dedi. Elif kızaran yanaklarıyla “Peki!” deyip, onu takip etti. Kapısında direktör yazan odaya girdiler. Etine dolgun genççe görünen bir kız, hemen yerinden kalkıp “Hoş geldiniz!” dedi. Edward, kıza “Asıl sen hoş geldin. Ben geleli çok oluyor.” dedi. Elif, Edward’ın kinayesini anlamamış, ‘Ne tatlı patron’ diye düşünürken bir yandan da kızın yerinden kalkmasına “Demek hiyerarşi, burada da adamı yerinden kaldırıyor.” diye içinden geçirdi. Edward kıza dönüp “Elif yeni öğrencimiz. Onun kayıt işleriyle senin ilgilenmeni istiyorum.” dedi. Kız şaşkın bir şekilde “Peki!” dedi ve Edward odasına girince Elif’e dönüp “Biz böyle şeylere bakmayız aslında.” deyip gözlerini kaydırdı. Elif ilk kelebeğin kanadını tam midesinde hissetmişti. “Ne kadar şanslı bir gün!” diye düşündü. Ardından birlikte gezilen sokaklar, konuşulan kitaplar, yenen yemekler, tutulan eller, izlenen filmler, sevişilen geceler diye çoğalan bir birliktelik gelmişti. Elif bedenin kozalarla dolu olduğunu hissediyordu. Boston yazılı kapüşonlular giyiyor, Boston yazılı termosundan kahvesini içiyor, Boston Kafe’de zaman geçiriyor, Boston yazılı ne varsa onun içinde, altında, üstünde yaşıyordu. Edward ise bunun tam ortasında çekirdek gibiydi. Elif de etrafında kırmızı beyaz dolanıp duruyordu.
Edward, nesillerce aynılığı sürdüren aile yapısından bahsederdi. Ona göre bunun tanımı, insan ürünü fabrikasyondu. Aile, mükemmel bir bütünü temsil etmeliydi. Patchwork bir battaniye olsa bile yeni eşler ve yetiştirilen çocuklar, uyumu her alanda sağlamalıydı. Elif ise onu hayran hayran dinler, arada da “Buna dahil olabilecek miyim?” diye endişelenirdi. Elif için hayat, Edward’ın hayallerinin parçası olmaktı. Bir süre sonra Edward’ın doğrulaması olmadan hiçbir şey yapamaz oldu.
Edward’ın çarşamba akşamları, Elif’e nereye gittiğini söylemediği, mason toplantısı olurdu. Giderken elinde bir çanta taşırdı. Elif, ona nereye gittiğini sormazdı. Edward’ın konuşmadan çizdiği sınırlarını aşamaz ve merakını gideremezdi. O sınırların içinde olmanın belli bir mertebe gerektirdiğini hissettirirdi. Elif de sürekli kendini ispatlama çabası içine girerdi. Her çarşamba çantasına koyduğu beyaz eldivenler, Elif’in dikkatini çekmeye başlamıştı. “Bunlar ne için?” diye sormak istese de bir türlü cesaret edemezdi. Soramadığı her şey mide ağrısı olup kelebeklerini incitirdi. Sindirmesi her hafta daha da zorlaşırdı.
Edward, birliğe gideceği bir akşam Elif’e, “Sen ne yapacaksın?” diye sordu. Ancak Elif alışıldığının aksine, kinayeli bir cevap verdi. Edward gerginliğini hissettiği Elif’in, çantasını süzen gözlerini yakaladı. “Merak mı ediyorsun?” diye sordu. Elif yarım yamalak “Yani! Evet. Hayır.” diye cevap verdi. Edward Elif’in merakını çok iyi biliyordu, bu kendini daha da gizemli hissettiriyor, gizemi arttıkça da Elif’e daha çok hâkim olduğunu düşünüyordu. Hafif gülümseyen bir tavırla “Bir gün mabedim olma seviyesine geldiğinde, bu eldivenlerden bir çiftte senin de olacak.” dedi. Elif’in hayallerine yeni aşılacak dağlar eklenmişti. Yolun sonunun Edward’ın cumhuriyeti olacağına inanmış ve ona ulaşmayı çok istemişti. Edward gittikten sonra internetten “beyaz eldiven, mabet, verilen diğer çift eldiven, haftalık buluşmalar” yazınca bunun masonlukla alakalı olduğuna dair bilgiler buldu. Hiçbir fikri olmadığı bu konuda, araştırma yapmaya başladı. Masonların ettiği gizlilik yemininin önemi, Edward’ın hiçbir şey demeden gittiği her çarşambayı kabul edilir kılmıştı. Midesine ağrılar veren fikirlerinden iyice uzaklaşmıştı. Hatta Edward’da hayranlığı gittikçe artmıştı. Okuduklarından ideal insanlık ülküsü için bir araya gelen, zengin, eğitimli, simgelere anlam yükleyen, birbirine kardeş diyen erkek topluluğu tanımını çıkarmıştı. Elif o sıralar bu tanımların sihrine kapılıp sorgusuz sualsiz kendince bir rüyaya daldı.
Edward, haftasına birliğe gitmek için hazırlanırken Elif’in her zamanki tedirginliğinin aksine rahat oluşu dikkatini çekti. Meraklı gözlerini de üzerinde hissetmedi. “Acaba durumu anladı mı?” diye içinden geçirdi ve bu fikir onu çok rahatsız etti. Gizlemeye sözünü verdiği şeyleri gizleyebilmekte, sandığı kadar da üstat olmadığını hisseti. “Acaba Elif’i çok mu hafife alıyorum?” diye düşünüp, kendini suçlu hissetmemek için bir çıkış yolu aradı. Elif’in kendi başına yapabildiği her şey, Edward’a güçsüz hissettiriyordu. Bunun üzerine artık doğru zaman gelmiş gibi düşündürten cümleler ile ona mason olduğunu açıkladı. Birlikteki üç Türk’ten bahsetti; Sungur, Salih, Sami. Kardeşlermişçesine isimlerindeki uyumun çok hoşuna gittiğini ekledi. Hikâye yaratmak için gizliliğin çizgilerini, bir kez daha aşmıştı. Kendini kurtarma güdüsü her yemininden büyüktü. Ancak Elif’in aslen duymayı beklediği; bir mason eşinin, kızının ya da sevgilisinin mabet olarak kabul edildiğinin bir simgesi olan, diğer çift eldivenlerdi. Yine de Elif doğru yolda olduğunu düşünmüş ve bir gün o eldivenlere de sahip olacağına inanmaya devam etmişti. Edward, zamanla mason olduğunun öğrenilmesinin kendi rızası olduğuna, kendini de Elif’i de inandırmış, suçluluk hissinden kurtulmuştu.
Edward, Noel yaklaşırken Elif’e iki kişilik tren seyahati bileti hediye etti. Meşhur Colorado George Town Loop güzergâhında olan bu seyahat, Elif’e çocukluğundan buyana rüyalarını süsleyen, Amerikan filmlerimdeki Noel sabahının sonunda gerçekleşeceğini düşündürttü. Elif, Edward’a Noel hediyesi olarak aldığı, üzerine E. S. diye nakşettirdiği, Eton marka ipek kravatı valizine koydu. Kış günü kara bürünmüş yollarda, sıcacık bir tren kompartmanının içinde seyahate başladılar. Edward sürekli “Eğer bir Smith olmak istiyorsan” diye başlayan cümleler kurup Elif’e nasıl davranması gerektiği hakkında direktifler veriyordu. Onu kendiyle ilgili gittikçe kaygılandırıyordu. Elif olarak “ne sever? ne ister, hiçbir fikri kalmamıştı.
Trende son gecelerinde, Elif bir kadının tüm çoğalma arzusuyla bacakları arasına aldığı Edward’ın şehvetini en çok hissettiği sırada, bir anda geri çekilip yataktan kalkmasına anlam veremedi. Panikle “Bir şey mi oldu?” diye sordu. Edward da “Ağzım kurudu.” deyip masada duran Bloody Mary’sinden bir yudum aldı. Sessizleştiler. Elif yine bir şeyleri yanlış yapıyormuş hissederken Edward, “benim Noel hediyem nerede?” diye sorup az önce tutkuyla sevişenler onlar değilmiş gibi durumu ört pas etti. Elif, “Bir dakika!” deyip çarşafa sardığı bedeniyle valizine doğru yöneldi ve hediyesini Edward’a uzattı. “Her şey için teşekkürler.” dedi. “Bir şey değil!” deyip, hediyesini açtı. Kravatı görünce “Bir boyun bağı demek. Hem de harf işlemeli. Bir kadından kravat almak, bana köpeklere takılan özenle seçilmiş tasmaları anımsatır.” deyip kravatı kenara koydu. İçkisini eline aldı “Birazdan George Town Loop virajına gireceğiz.” dedi. Elif, “Biliyorum. Sanırım bu yolculuk hakkında tek bildiğim şey bu viraj.” diye yanıt verdi.
Kelebek demeye ne hacet, içinde koza örmeye niyetlenecek bir tırtıl bile kalmamış hissediyordu. Üzerini giyinirken bir an aynada Edward’ın yarı çıplak bedeniyle elinde tuttuğu kırmızıya bürünmüş bardağa baktı. Suratıyla nasıl da aynı renkte olduğunu düşündü. Ülkeye ayak bastığından beri, her yerini saran kırmızı nasıl da göklere çıkarıp yere vurmuştu onu. Kendine mi Edward’a mı hissettiğini bilmediği, bir hayal kırıklığı tokat gibi sarmıştı yüzünü. Edward ise her zamanki vurdumduymazlığıyla camdan dışarı seyrediyordu. Elif kabanına kadar giyindi. Sonra saatine bakıp “Okuduklarıma göre, tren otuz dakika sonra virajı bütün hâlinde alacak ve o an da üçüncü vagon ile bizim vagon karşı karşıya gelecekmiş” dedi. “Sana o pencereden bakmak istiyorum.” diye ekleyip Edward’ın cevap vermesini beklemeden, kompartmandan çıktı. Edward, durumdan hiç hoşlanmamış bir şekilde “Virajdan sonra varacağız haberi yok. Bir de sonra kendini aratacak bana. Başıma iş aşmasa olmaz.” diye söylenerek üzerini giyinmeye başladı.
Elif’in koridorda koşturduğunu görenler “Hırsız mı kovalıyor?” diye tedirgin olmuştu. Oysa Elif için yelkovan akrebi kovalıyordu. Üç numaralı vagona geldi ve ortadaki kompartmanın kapısını çaldı. Son iki dakikası kalmıştı. Kapıyı açan kadın, trenden inmek üzere hazırlanmış, valizini kapının kenarına koymuş, paltosunu elinde tutuyordu. Elif nefes nefese “Camınızdan bakabilir miyim? Çok önemli.” diye sordu. Kadın bir şey demeden kenara çekilip Elif’in geçmesine izin verdi. Elif cama yaklaştı ve sondan başa doğru vagonları saymaya başladı. “Bir, iki, üç.. Hah orada!” Net olmasa da varlığını seçebiliyordu. Elini sallamaya başladı ve karşıdakinin de el salladığını görünce, doğru kişi olduğundan emin oldu. Vagondaki kadın, ne kadar romantik bir an olduğunu düşündü. Elif’e dönüp “Çok şanslısın. Âşıksın demek.” dedi. Tren virajı hızlıca alınca da saniyeler içinde Edward’ın yüzü bilinmeze karıştı. Elif dolan gözleriyle kadına bakıp teşekkür etti ve kompartımandan çıktı.
Edward, Elif’in geri gelmesini beklerken odaya yayılmış eşyalarına bakarak sinirlenmeye başladı. “Bu sorumsuz hareketi ona çok pahalıya mal olacak!” diye kendi kendine Söylendi. Tren gara vardı. Ancak Elif ortalarda yoktu. Tren personeli kompartımana geldi ve odayı boşaltması gerektiğini söyledi. Edward, hızlıca Elif’in eşyalarını çantaya tıkıştırıp trenden indi. İstasyonda, elinde iki çantayla kalakalmıştı. Herkesin tek tek yüzüne bakıp Elif’i bulmaya çalışıyordu. İstasyonda insan sayısı azaldıkça yavaş yavaş terk edilmişlik hissiyatı çöküyordu. Boş bir banka oturdu. Önünde duran yolun sonuna gelmiş trene baktı. Daha önce sorguladığı düşünce ile yüzleşiyordu: Elif’i hafife almıştı. Yerinden kalkıp Elif’e ait olan çantayı banka bıraktı. Ellerine eldivenlerini geçirdi ve görünmeze karıştı.
Elif, romantik bir anı olacağını düşünerek planladığı o anın, bir terk ediş hikâyesine dönüşeceğini hiç düşünmemişti. Hayat sürprizlerle doluydu. Kalbin dara düşüşünde, beynin hâkimiyetine şahit olmuştu. Bir çanta kıyafetle birlikte o kıyafetlere sardığı her düşü taşıyan Elif, geride kalmıştı. Trenden indiğinde nereye gittiğini bilmeden, karlar içinde nefessiz kalana kadar koşmuştu. Ceplerine sıkıştırdığı cüzdanı, telefonu ve bir de pasaportu dışında hiçbir şeyi yoktu. Nefesi kesildiği noktada yere çöktü ve gözlerini dolduran damlaları serbest bıraktı. Sanki anne karnından doğduğu ilk günkü gibi oksijeni ciğerlerinde hissediyordu. Yakıyordu. Bir kadın sesi, ısrarla “İyi misin? İyi misin?” diye soruyordu. Elif yumduğu gözlerini açınca kompartımanındaki kadını gördü. Bir rüyada olduğunu düşündü. “İyi olmak istiyorum.” diyerek ağlamaya devam etti. Kadın, Elif’e sarıldı ve “Sizi görünce romantizm kovalayan âşıklardan olduğunuzu düşünmüştüm, canınızın yanmış olduğunu göremedim.” dedi. Dokunuşuyla rüyasından uyanmış gibi sakinleşmeye başladı Elif. “Ona baktıkça göremediğim onca şey bugün aynadan, trenin camından göründüler. Gördüklerim arasında bir ben yoktum.” diye karşılık verdi. Yavaş yavaş sakinleşip ayağa kalktı. Eliyle köşede üzerinde dövmeci diye yazan dükkânı işaret etti. “Bir daha kim olduğumu unutmamam lazım.” dedi. Kadın Elif’e “Ben Aida, artık gitmem gerekiyor. Bu benim numaram. Belki başka zamanda başka bir yerde yine karşılaşırız.” dedi. Elif de teşekkür edip, Aida’ya veda etti. Dövmeciye doğru ilerledi. Bileğine “Ben Elif” yazdırdı. O günden bugüne Elif, her Aida ile iletişim kurduğunda yolun, birilerini geride bırakırken birilerini dahil ettiğine inandı.
Telefonun çalmasıyla daldığı anılardan uyanan Elif, Sungur Bey’i araması gerektiğini hatırladı. Ancak e-postadaki her şeyin üzerinden geçmeden aramakistemiyordu. Eklenen kokteyl listesinde, Edward’ın her daim içtiği Bloody Mary’yi görünce, partide karşılaşacaklarını kesinleştirmişti. Sabahtan beri her şey, sanki Elif’e bu buluşmayı haber veriyordu. Ne yapmalı? Nasıl görünmeli? Her şeyden önce ne hissetmeli? Bilmiyordu. Artık hiçbir düşünce arkasına dönüp gideceği bir dergiden ibaret değildi. Onu saracak Aida da kilometrelerce ötesindeydi. Yeni bütçe çıkartması gerekiyordu ama bir türlü organize olamıyordu. Hızlanan kan dolaşımı sanki “Bileğine bak!” der gibi sesleniyordu.
Bir eliyle avucu içine aldığı “Ben Elif” yazılı dövmesini gördü. Narince bir kuş yavrusunu tutar gibiydi. Sakinleşti. Bunun üzerine bütün masrafı kendi üstlenmeye karar verdi. Ve Sungur Bey’i aradı. “Elif Hanım endişelenmeye başlamıştım” diye konuşmaya başlayan Sungur Bey’e; “Kusura bakmayın telefonum çekmiyordu. Bir de size her şeyi tamamlamış şekilde geri dönmek istedim. Ekstra bir masrafınız yoktur. Bütçeyi aynı tutup isteklerinizi ekledim.” diye yanıt verdi. Başta sesi telaşlı gelen Sungur Bey, Elif’in jestiyle yatışmıştı; “Sizinle daha çok parti organize edeceğiz, Elif Hanım” diyerek memnun bir şekilde telefonu kapattı.
Üç gün ne yapacağını düşünen Elif; parti başlamadan önce hazırlıklara yardım edip sonrasında ise gece boyu asistanını görevlendirme kararı almıştı. Ancak son dakika çıkan aksilikler, Elif’in kalma süresini uzattıkça uzatıyordu. Davetliler gelmeye başladıkça Elif’in gerginliği artmıştı. Gelenler listesini kontrol eden asistanına, sık sık “Liste tamamlandı mı?” diye soruyordu. Sonunda beklediği cevap gelmişti ve liste tamamlanmıştı. Kıyafet koduyla şömine önünde beyaza bürünmüş kalabalık, küçük loş ışıklarla aydınlatılmış ortam, karlı bir kış gününü anımsatıyordu. Aynılık ve loşluk seçiciliği zorlaştırıyordu. Elif, Edward ile karşılaşmadan bir an önce gitmeyi istediğini kendine söylese de gecenin içinde kutup yıldızını arar gibi teker teker suratlara bakıyordu. Bir yandan barın arkasındaki ayna ya bakıp sürekli saçını düzeltiyordu. Kokteyl tepsileri geceyi kana bular gibi etrafta dolanıyordu. Aynadan tanıdık bir yüz, elinde kırmızı kokteyliyle aranan yıldızın parlaklığında, Elif’in gözlerine yansıdı. Elif sardalya konservesine sıkışmış bir hisle hiçbir yere kıpırdayamadı. Yıllar önce bir tren kompartımanında terk ettiği Edward, yine bir aynanın içinde duruyordu. Sanki oradan hiç çıkmamış gibi. Elif bu rüyadan hiç uyanmamış gibi. Bileğini sıkıca tutup “Ben Elif. Ben Elif…” diye içinden geçirirken göz göze geldiler. Edward, yıllardır söylemediklerini yutmaktan boğazı tahriş olmuş gibi yutkundu. Ne yapacağını bilmek için üç günü olan ve ona hazırlık yaptığını sanan Elif, o an anladı ki geleceği bilmek, olacaklara hazır olmaya yetmezmiş.