Big Bang

                                                                           – 1-

 Son basamağı çıkıp derin derin soluklandı. El yordamıyla çıkardığı anahtarları teker teker denedi, üçüncüsüyle açtığında merdiven ışığı daha yeni yanıyordu.  Kapıdaki “Uzman Psikiyatrist Prof. Dr. Hayri Kaya” yazılı tabela yine düşmüştü,  yerine yapıştırdı. Daireden bozma bir muayenehane. Hamiyet için buranın temizliği, gittiği evlerden  daha kolaydı, hastalarla görüşülen  oda hariç. Sadece orada neyi nasıl temizleyeceğini, düzenleyeceğini bir türlü bilemezdi. Tablolarda en ufak yamukluk olmamalı, hiçbir yerde toz tanesi kalmamalı, kitaplar salı günleri ebatlarına göre sıralanmalı, perşembeleri renklerine göre ayrılmalı, ortam  her danışanına uygun olmalı ve hepsini güvende hissettirmeliydi.

 Hayri Bey’in karşısındaki o koltuğa, hangi bakış açısının oturacağı belli değildi. Tüm uyarılara rağmen bunu bir türlü anlayamıyordu Hamiyet. Çantasında mikrop  öldürücülerle dolaşan temizlik takıntılı kadının seansı, haftanın son gününe alındığından beri işi iyice kolaylaşmıştı. Kadın, tuvalete girmeden önce kapı kollarından başlayarak klozete kadar her yeri temizler, hacetini öyle giderirdi. Hatta kendi kahvesini kendi yapar, Hamiyet’i hiçbir şeyine dokundurtmazdı. Tuvalete göz gezdirdi, temizdi , çöpü boşaltıp çıktı. Mutfakta kirli kahve fincanları vardı,  gelişigüzel toparladı, tezgaha saçılmış çay posalarını umursamadı. Bekleme salonuna geçti. Sehpanın üzerindeki gazete ve dergiler dağınık hâldeydi, toparladı. Burası, herkesin  sessizleştiği yerdi. Kimi dergi okuyormuş gibi yapardı, kimi pencere kenarına geçer  eşsiz bir manzara varmış gibi dalar giderdi, kimi bacaklarını farkında olmadan sallar, kimi durmadan volta atardı. Aslında herkes az sonra anlatacaklarını düşünürdü. Hamiyet,  sadece  çiçekleri suladı. Pencerenin önündeki devetabanını evine götürecekti, unutmamak için antreye  taşıdı. Bazı yaprakları kopuktu, bir hastanın saldırısına uğramıştı.

 “Bu bir ajan,  beni  öldürmek için gönderilmiş bir ajan! Yapraklarının gözeneklerinde zehir saklıyor!”  derken  bir iki yaprağını koparıp atmıştı hasta.

 Devetabanı,  tüm ihtişamıyla insan olmanın acısını hatırlatıyordu onlara. “Beni kıskanıyorsunuz.”  diyordu belki de her birine.

 “Beni kıskanıyorsunuz! Her geçen gün yemyeşil yapraklar doğuruyorum,  gençleşiyorum. Siz git gide çöküyorsunuz, ölü gibi yaşıyorsunuz, düşüncelerinizi yapraklarımda gezdiriyorsunuz bazen, fark ediyorum, çözemiyorsunuz bir türlü kendinizi, bana baktıkça insan olmanın ağırlığı altında eziliyorsunuz. Salonun en uygun köşesinde olmam gereken yerdeyim, gün ışığını hayata dönüştürebiliyorum, günbegün yapraklarım her yeri sarıyor , siz zihninizin parmaklıkları ardında benim  özgürleşen yapraklarımı seyrediyorsunuz, sadece seyredeceksiniz! Burada yaşamayı  bekleyerek benim yeşilliğimi seyredeceksiniz.”

 “Zihnini okuyorum”  diyor, “Beni  nasıl kıskanıyorsun!” diyor, “Benimle alay ediyor!”

 “Niye yaşıyorsun?” diyor,  “Cevabı bulamazsan öldüreceğim seni! Niye yaşıyorsun?”

 Hamiyet, hastaların niye böyle şeyler söylediğini anlayamıyordu. Ne yapabilirdi insana bir devetabanı? Neyinden korkuyorlardı? Sorular da yanıtlar da sonuçlar da önemli değildi onun için. Sadece temizle-miş  gibi, yıka-mış  gibi, ütüle-miş  gibi, yap-mış  gibi, git-miş gibi, gel-miş  gibi, duy-muş  gibi, anla-mış  gibi, sev-miş  gibi, evlen-miş  gibi, seviş-miş  gibi, doğur-muş  gibi, mutluy-muş  gibi, yaşıyor-muş  gibi yapanlardandı. İri yarı bedeni, öz suyu kurumuş koca bir ağaca benziyordu. Dikdörtgeni andıran geniş kalçalarını neredeyse göbeğine kadar sarkık iri memeleri dengeliyordu. Uzun elmacık kemikleri,  belirgin yüzündeki derin kırışıklıklar, aşamadıkları bir engelle karşılaşıyormuşçasına kemerli burnunun yanından alnına doğru kıvrılıyordu. Bu yüzü, gülerken gören olmadığı gibi telaşlı ya da sinirli gören de olmamıştı. Bakışları her dem ifadesizdi.

 Hayri Bey’in hastalarıyla görüştüğü terapi odasına girdi, pencereyi açtı. İçerisi irili ufaklı cümlelerle doluydu. İtiraflar, yüzleşmeler, sırlar, anılar, acılar, umutlar, zihnin en kuytu köşelerinden çıkıp  anlaşılmaya muhtaç dudaklardan etrafa saçılır, bu  odada birikirlerdi. Havada asılı kalmış hafif cümleler bir esintiyle camdan uçup gitti. Yerler,  tozlara karışmış ağır cümlelerle doluydu. Hamiyet, sadece toz yığınını gördü, hepsini iştahla süpürecekti. Her işi üstünkörü yapar geçerdi fakat süpürmek onun için istisnaydı. Saatlerce süpürür, süpürge sesi ona ninni gibi gelir, bazen dalar gider, aynı yerleri yine süpürürdü. Yerinden zor kalkan katılaşmış beden, iş süpürmeye gelince sıvılaşır, en ücra köşelere kadar sızardı.

 Süpürgenin fişini prize taktı ve dans başladı. İlk olarak köşelerde  birikmiş tozları süpürdü,  koltukların altını, üstünü süpürdü, sehpanın altını süpürdü. Parkeleri, duvarları, tabloları, kapıları, pencere pervazlarını, perdeleri,  dolapları süpürdü. Tavandaki örümceği, uçan meyve sineğini, birkaç  karıncayı, derin bir nefes alan fil gibi süpürdü. Sehpanın altına kaçmış  bir iki cümle süpürdü. Parkelere yapışmış cümleleri kazırcasına süpürürken ayaklarına doğru bir karınca yürüyordu. Her şeyi yalayıp yutan bu kara deliğe doğru kahramanca ya da delice adım adım ilerliyordu. Minik adımları, süpürgeye  yaklaştıkça kendinden emin tavrı daha da görünür oluyordu. Süpürge,  karıncanın etrafında gezindi,  bir lokmada yuttu. O an şiddetli bir hortum her yeri sardı. Tam o an şiddetle  bir şeyin içine çekildiğimi hissettim,  hemen ardından süprüntüyle dolu karanlık bir yerde buldum kendimi. Her şey bir anda oluvermişti. Şaşkındım. Oysa az önceki karınca, hayatına kaldığı yerden devam ederek elimde geziniyordu. Ne cesurdu ne de deli, sadece karıncaydı! Ben ise bir karıncayı dikizlerken öyküsünün karakteri tarafından süpürülen aciz bir yazardım! Önce avazım çıktığı kadar bağırmak istedim fakat ağzımı açtığım anda her yerime toz doluyordu. Zaten kim duyacaktı ki? Hamiyet mi?

 Ciğerlerim sökülürcesine öksürdüm, midem dışıma çıkana dek kustum. İnanması güçtü ama bir elektrik süpürgesinin torbasındaydım! Sakince düşünüp bir yol bulmam gerekiyordu. Önce mekanizmayı çözmeye çalıştım. Sadece dışarıdan açılan bir kapak, birinin seni dışarı boşaltmasını beklemeyi gerektiriyordu, tıpkı hayat gibi… Hiçbirimize sorulmadan dünyanın içine çekilmiştik, içimizdeki yaşama güdüsü koca bir kapaktı,  sancılar içinde kalsak da  çıkamıyorduk. Hayat bu işte deniyordu, kabullenmeye mecbursun! Hamiyet nasıl katlanıyordu peki?

 Süpürülmüş tüm örümcekler sakince yine süpürülecek karıncaları bekliyorlardı. Hiçbiri içeride ve dışarıda olmayı sorgulamıyordu. Hamiyet,  süpürmeye devam ediyordu. İçeriye çekilen havayla birlikte yeni süprüntüler girip torbada kalıyor, temizlenmiş hava dışarı çıkıyordu. Bir köşede sıkışıp kalmıştım, cenin pozisyonunda bükülmüş, bir elektrik süpürgesinin rahminden doğmayı bekliyordum… Gücümü toplayıp derin bir nefes almamla birlikte öksürük krizine girdim, defalarca hapşırdım. Hiç ait olmadığım bir yerde yabancı bir cisim gibi var olabilmek ne zordu!

 Kafamı toplamalıydım, yazarak girdiğim bu torbadan yine yazarak çıkacaktım. Bu öykünün Tanrı’sı bendim! Peki ne olmuştu da bir Tanrı, karınca gibi  süpürülmüştü?  Nasıl görmezden gelinmişti? Ben büyüktüm, en büyüktüm!  Nasıl olur da öykünün karakteri hâline gelivermiştim?

 Ellerimi süprüntünün içinde gezdirdim. Muayenehanenin yarısı buradaydı;  kâğıt parçaları, kalemler, reçeteler, biblolar… Geçen gün ölen akvaryum balığı bile buradaydı. Gözü dönmüştü, her şeyi süpürüyordu Hamiyet… Tozu, pisliği, çatalı, bıçağı, çiçeği üzerime üzerime süpürüyordu. Çocukluğunu süpürüyordu,  annesi bildiği kadının sebepsiz dayaklarını, babasının sessizliğini süpürüyordu,  gençliğini süpürüyordu, üvey ağabeyinin kıyıda köşede anlamsızca  bedenine sürtünmelerini, suratıma suratıma süpürüyordu. Hiç tanışmadığı aşkını süpürüyordu, tiksindiği kocasının tenine her dokunuşunu süpürüyordu, büyüdükçe onu görmezden gelen çocuklarını süpürüyordu, her şeyini tepeme tepeme süpürüyordu…  Derin bir nefes aldı, hiçbir kırıntı kalmamalıydı. Kapının arkasındaki dişiliğini süpürdü,  perdenin ucunda sallanan anneliğini süpürdü, ruhunu süpürdü,  duvarın köşesindeki vajinasını süpürdü,  umudunu, sevincini süpürdü,  sorularını süpürdü, çoktan kaybettiği yaşama güdüsünü, hiç sorgulamadığı varoluşunu süpürdü. Bu bomboş, kabuk gibi bedeni süpürsün diye bir terk ölümü süpürmedi, ortalık yerde bıraktı. Sonunda süpürgeyi durdurdu. Şakaklarından çenesine doğru ter boşalıyordu, boğazı da kurumuştu. Ağır aksak yürüyerek mutfağa su almaya gitti. Sessizliği,  bir hayvan hırıltısına benzeyen bir ses bozdu. Ses giderek büyüdü, elektrik süpürgesi sallanmaya başladı. Saniyeler içinde bir gürültüyle patladı. İçindeki her şey  etrafa saçıldı. Hamiyet koşarak odaya geldi, beni gördü, ilk defa yüzünde korku ve şaşkınlık vardı. Daire kapısı hafif hafif gümletilince kendine geldi. Kapıdaki tabela yine düşmüştü, Hayri Bey yerine yapıştırmaya çalışıyordu. Hamiyet ne yapacağını bilemedi. Kapıdaki  anahtar, delikte döndü. Bu adamın bugün burada ne işi vardı? Aceleyle duvara yapışmış vajinasını kapı arkasına itekledi, oda kapısını kilitledi. Dış kapı açıldı, Hayri Bey antrede paltosunu çıkarıp asarken  Hamiyet hala titriyordu.

 “Hoş geldiniz Hayri Bey’im… Ben… Temizliği daha bitiremedim.”

 “Hoş bulduk , sen devam et, benim bir dosyayı  almam gerek.”

 Hayri Bey, Hamiyet’in iç dünyasına bir iki adım attı. Kilitli odadaki,  kilitli dolaplar içinde gizlenmiş  hasta  dosyalarına ulaşmadan önce Hamiyet’in yaşamının üzerinden geçmek zorundaydı. Bu, herkes için yeni bir yüzleşme demekti. Antredeki  Devetabanı, Hamiyet’ten bir sorunun cevabını bekliyordu… İnsan, Tanrı’sıyla karşılaştığında ilk ne yapardı?*

*Devam edecek…

 

Yorum bırakın