Oda, devrik bir cümleye benziyor. Eşyalar, harfler gibi dağılmış ortalığa. Tozun hükmü, bu alt üst oluşun üzerini örtmeye yetmiyor. Neşesiz değil ev. Neşeyle neşesizlik arasındaki keskin geçişler, hava değişiminden malûl kılıyor insanı.
Nicedir hastayım. Hasta olmanın tek iyi yanı, ev halkının, ancak çocuklara gösterilecek ilgisine mazhar olmak, battaniyeyi boğazına kadar çekmenle televizyon kumandasının kucağına bırakılması, sarımsağı bol sıcacık çorba, belki biraz kızarmış ekmek.
Salonun köşe koltuğuna kurulur hasta, koltuğu yatağı beller. Bir çocuğun dünyaya genişlemesi gibi eve doğru genişler. Onun dünyası, başkalarının sınırlarının ötesindedir artık. Sarkan, uzayan bedeniyle hasta, evin alfabesi olur. Sözcükler ondan süner. Bir de başında gezinen şefkatli bir el varsa, saçının aralıkları parmaklarla doluyorsa.
Yanımda yöremde kimse yok. Nicedir hastayım ve babaannemi özlüyorum. Her hasta oluşumda babaannemi özlerim. Babaannem öleli yıllar oluyor. İnsanlar ölüp gidiyor ancak bıraktıkları izler, hatıra esvabını giyinmiş imgeler, süre süre geliyor.
Fena bir öksürük bu! Hayatımda her şeyi ya çok çabuk yitiriyor ya da bitimsiz bir muammaya çeviriyorum. Ne birleşmeyi ne ayrılmayı becerebiliyorum. Gırtlağımın mevzilerine girmiş bu balgam, bilmem ki hangisini seçecek?
Bir soluk aralığında, kalkıp pencere kenarına ilişiyorum. Nefes nefese kaldığım tam o anda, ufukta kaybolan ışıklara, sokaklardan geçip giden insanlara, günün telaşsızlığına bakıyorum. Çayıma iki damla limon sıkıyorum. Günün bu saatinde hep çay içerim. Ne var ki hasta olduğum için ekliyorum limonu. Limonun ekşimtrak varlığı, bir şeylerin değişeceğine dair umudum gibi. Her gün aynı şeyleri yapıyor, aynı çayı içiyor ve bir şeyler değişecek umudu taşıyorsam bu limon sayesinde! Tadı çok mu değişiyor çayımın, yoksa kendimi mi avutuyorum?