Mehmet Efendi, yetmiş sekiz yıllık ömründe ilk defa pencereden dışarı bakarken hiçbir şey görmüyordu aslında. Gözleri açıktı evet, ama ruhu çoktan teslim olmuştu yaşlılığın karanlık boşluğuna. Her sabah aynı saatte, aynı koltuğa aynı pencerenin önüne oturmasının tek sebebi, yarım asırlık alışkanlığıydı. Karısı Nergis Hanım’ı kaybedeli tam beş yıl olmuştu ve o günden beri evinin içinde bir hayalet gibi dolaşıyordu. Nergis’in çiçekleri çoktan kurumuş, balkonundaki küçük bahçe ise çöle dönmüştü.
Mart ayının sisli bir sabahında belediye işçilerinin sokağın başına bir fidan diktiklerini fark etti. “Boşuna” diye homurdandı kendi kendine, “nasılsa kuruyacak.” Yaşlı adamın dudaklarının kenarında alaycı bir gülümseme belirdi. Bu mahallede kaç ağacın kuruduğunu görmüştü. İnsanlar gibi ağaçlar da ölüyordu işte. Hele ki bu mahallenin gençleri… Bisikletlerini bağlarlar, köpekleri işer, kimse bakmaz, kimse umursamaz.
İlk hafta ağaca hiç bakmadı bile. İkinci hafta, ara sıra gözü takılıyordu pencereden bakarken. Üçüncü haftanın sonunda, fidanın yaprakları sararmaya başlamıştı. Her sabah kahvaltısını yaparken masasından fidanı görebiliyordu. Yaprakları gün geçtikçe daha da soluyor, dalları hafifçe sarkıyordu.
Bir gece, Nergis’i rüyasında gördü. Bahçelerindeki gülleri suluyordu karısı. “Bak,” dedi Mehmet’e, “bakmazsan solar gider. Her şey gibi…” Uyandığında, uzun zamandır ilk defa bir şey hissetti içinde: tedirginlik. Sabah erkenden kalktı. Kahvaltısını bile yapmadan pencereye koştu. Fidan oradaydı, yaprakları neredeyse tamamen sararmış.
O gün öğleye doğru, yıllardır kullanmadığı bahçe hortumunu aramaya başladı. Kömürlükte buldu; tozlanmış ve örümcek ağlarıyla kaplanmıştı. Yarım saat uğraştı temizlemek için. Elleri titriyordu, nefes nefese kalmıştı ama bir şeyler yapmalıydı. “Sırf o işçilerin boşuna dikmediğini göstermek için,” dedi kendi kendine, “sırf onun için…”
Hortumu sürükleye sürükleye sokağa çıktığında, Terzi Salim şaşkınlıkla baktı ona. “Hayırdır Mehmet Amca?” diye seslendi. Mehmet Efendi cevap vermedi. Musluğa hortumu takarken elleri öyle titriyordu ki, su önce her yere fışkırdı. Üstü başı ıslandı ama umursamadı.
“Toprağı çok sert.” diye mırıldandı. Eve gidip eski bahçe küreğini getirdi. Fidanın etrafındaki toprağı hafifçe kazdı, havalandırdı. İki saat uğraştı. Akşama doğru, yorgunluktan bitkin düşmüştü ama fidanın etrafında küçük bir çukur oluşturmuş, suyu tutması için toprak seti yapmıştı.
Günler geçtikçe bu uğraş ona bir rutin kazandırdı. Sabah erkenden kalkıyor, önce fidanı kontrol ediyor, sonra kahvaltısını yapıyordu. Bir hafta sonra bakkaldan bir kova aldı. Hortumu her gün çıkarmak yerine, kovayla su taşımaya başladı. Her sabah üç kova, akşamları iki kova.
Nisan ortalarına doğru, fidan hala cılızdı ama yaprakları yeniden yeşermeye başlamıştı. Bir sabah, mahallenin çocuklarından biri bisikletini fidana yaslayınca öyle bir bağırdı ki sesi tüm sokakta yankılandı. “Dokunmayın ona! Görmüyor musunuz, daha bebek bu!”
Mahalleli önce yadırgadı onun bu hâlini. Huysuz, kimseyle konuşmayan ihtiyar, şimdi sokakta bir ağaçla konuşuyordu. Bazıları “Büsbütün kaçırdı.” dedi, bazıları “Yaşlılık işte.” diye iç çekti. Ama zamanla onlar da alıştı. Çocuklar ona “Ağaç Dede” demeye başladılar.
Mayıs geldiğinde artık sadece sulamakla yetinmiyordu. İnternetten ağaç bakımı hakkında bilgiler arıyordu. Mahalle kütüphanesinden ağaç yetiştirme kitapları aldı. Belediyeye gidip bu ağaç türü hakkında bilgi istedi. Ihlamur ağacıymış. “Ne güzel,” dedi kendi kendine, “Nergis çok severdi ıhlamur çayını…”
Haziranın sıcak günlerinde, fidanın gövdesi artık kalınlaşmış, dalları güçlenmişti. Mehmet Efendi ona bir de isim takmıştı: Umut. Kimseye söylemiyordu bunu, kendi içinde öyle hitap ediyordu sadece. Her sabah “Günaydın Umut!” diye fısıldıyor, her akşam “İyi geceler!” diyordu.
Gel zaman git zaman, ağaç artık güçlü bir gölge vermeye başlamıştı. Mehmet Efendi, akşamüstleri ağacın altına bir sandalye atıp oturmaya başladı. Önceleri kimseyle konuşmuyordu, ama zamanla gelip geçenle sohbet eder oldu. Mahallenin kedileri de bu yeni gölgeliği mesken tutmuştu. Onlara su kabı koydu, mama vermeye başladı.
Bir sabah uyandığında göğsündeki ağrıların artmaya başladığını anladı. Doktora gitmek istiyordu ama ağacı yalnız bırakamazdı. Hastaneye yatırıldığında doktorlara tek bir ricası oldu: “Penceremi ağaca bakacak şekilde açık bırakın. Mahallenin çocuklarına da söyleyin, her gün iki kova su…”
Son günlerinde, pencereden ağacına bakarken gülümsüyordu. Hemşireler onun delirdiğini düşünüyordu belki, ama o hayatında hiç bu kadar berrak düşünememişti. “Teşekkür ederim” diye fısıldadı son nefesini verirken. “Şimdi anlıyorum… Yaşamak, ardında yeşeren bir şeyler…”
Bugün o sokakta, koca bir ıhlamur ağacı yükseliyor. Yazın sıcak günlerinde, mahalleliler onun gölgesinde serinliyor. Çocuklar dallarında kuş sesleri dinliyor. Her bahar, mis gibi ıhlamur çiçeği kokusu sarıyor tüm sokağı. Ve bazen, tatlı bir meltem estiğinde yaşlı yapraklar bir hikâye fısıldıyor: Yaşamın anlamını son deminde keşfeden, bir ağaç sayesinde yeniden yaşamayı öğrenen ihtiyar bir adamın hikâyesini.
Ve yaşam devam ediyor.