Hıdırellez Dilekleri

 Çiçek pazarındaki küçük kırmızı turpları görünce iki bağ aldım. Turpların üzerine yeni su serpilmişti, parlıyorlardı.

 Eve gittiğimde yemeği hazırlamama fırsat vermeden hadi sahile gidelim, dedi. Evde yemekleri ben yapıyordum. Benim elimden gelmiyor hiç demisti. Rolleri bölüşmüştük. Fazla görev adamıydım. Telefon açıp soruyordum ona, bu akşam ne yesek diye. Uzun bir liste veriyordu, listeleri çok seviyordu. Bana, ilk taşındığında da bürodaki arkadaşlarından birini yemeğe götürmüş sevgilisi, bunu anlatmıştı. Şatoburyan yemişler demişti. Şatobiryan diye düzeltmiştim. Gururlanmıştım bunun doğrusunu bilince. İzlediğim bir filmde duymuştum bunu, eski filmlerden biriydi, bayılıyordum onları izlemeye. Yüzü asılmıştı yanlışını düzeltince.  Bu, günlerce seninle sevişmeyeceğim anlamına gelirdi. Ertesi gün maaşımın yüklü bir kısmını tam da arkadaşının yemek yediği, çok lüks restoranda harcamıştık. O mutluydu ama ona hissettirmeden bütçemde açılan gediği nereden kısarak düzeltebilirim diye düşünmüştüm. Ondan eve katkı yapmasını isteyemiyordum, en azından birkaç faturayı da o öder demiştim, hiç ödemedi. Paramı üstüme başıma harcamak istiyorum demişti. Aldığı gömleklerden göğüsleri taşıyordu. Uçuşan eteklerinden de bacaklarını izlemek bir zevkti. Ona baktıkça faturalardan birkaçını ödese düşüncemi önemsemez oldum. Bedenini çok seviyordum. Zeka da bende vardı nasılsa.

 Hadi, çabuk ol şimdi Hıdırellez dilekleri dileyip denize atalım dedi. Ben kargacık burgacık resimler çizerken o da bir çırpıda bir şeyler yazdı kağıda. Telefonu çalınca fırladı yerinden. Uzanıp kağıdına baktım.

Pırlanta

Zümrüt

Yakut

Yeşim

diye uzanıyordu liste, daha adını bilmediğim bir sürü taş ismi vardı kağıtta.

 Arkadaşıyla konuşmasını bitirip yanıma geldiğinde yüzüne baktım dikkatle. İstediklerini alacak gücüm yoktu. Niye yanımdaydı ki? Zekam tabii, dedim keyifle gülümseyerek. Ona anlattığım hikâyelere bayılıyordu. Daha geçen akşam balkonda içerken karşı terastaki üçgen bacayı  nasıl da kayığa benzetmiştim. İyice bir keyiflendim ben de az değildim ha. Sonra şey demiştim o kayığa binip nice denizlere açılacağız. Bir parça denizden, bir dünya, bir umman yaratacağım sana. Gerçi çok yorgunum ben yatıyorum demişti ama olsun, yattığında söylediklerimi düşündüğüne emindim.

Hadi ama ya kaldın öyle, hadi çıkalım evden, dedi.

 Dileklerimizi denize atmak için sahile inerken hiç konuşmadı benimle. Hızlansana ya, diyordu. Bir an önce  kağıdı denize atmak için. Hava bahar mevsimine göre biraz boğuktu.

 Cebimizdeki kağıtları alıp denize doğru atacakken versene bakayım deyip kağıdı yakaladım. Elimden koparırcasına çekip denize attı kağıdı. Eğer baksaydın dileklerim olmazdı dedi. Sen benimkine bakabilirsin ama dedim elimde kağıdı sallayarak. Yok dedi işte kayık mayık, tek katlı ne diyordun sen düzayak ev. Ya düzayak tabii, dedim içimden. Öyle kat yat değil, düzayak evde bulurum ben mutluluğu. Paraya tamah eden biri değilim. Bunlar aklımdan geçerken kâğıttaki taş isimleri aklıma geldi. Tam zamanıydı işte. Ay yakut gibi parıldıyor  dedim, sanki denizdeki yakamozlar pırlanta…

 Sen benim dileklerimi mi okudun, dedi buz gibi bir sesle. A yok ben, içimden geldiydi de seversin diye…

 Öf tamam hadi gidelim eve sıkıldım, dedi.

 Sessizce eve dönüyorduk. Aklıma o güzel fikirlerimden hiçbiri gelmiyordu. Etrafıma bakıp konu arıyordum; Arnavut kaldırımlı yollardaa, yok hayır, bu eski evler birbirlerine yaslanmış bir sırrı paylaşır gibi yok bu da değil, martılar ve çığlıkları gökyüzünü yırtarak… Bunları düşünürken eve vardık.

 Ben yatıyorum, dedi, gitti odaya. Arkasından gitsem sarılsam elimi bacak arasına daldırıp… Ne zamandır dokunma diyordu bana. Başın mı ağrıyor demiştim. Hayır başım falan ağrımıyor, sadece dokunma.

 Balkona çıkıp bir sigara yaktım, sabah aldığım turplar aklıma geldi. Mutfakta tezgahın üzerinde duruyorlardı. Birkaçını yıkayıp tabağa koydum, bir kadeh votka aldım, balkona çıktım. Turpun bir tanesini attım ağzıma. Turplaar dedim seslice, acıdır. Söylediğim keyif verdi bana turplar acıdır amaa… Aklıma bir şey gelmedi.

 Sızıp kalmışım balkonda. Her yerim ağrıyarak uyandım. Masadakileri devirmişim, ayağımla ittirip  yerdekileri salona geçtim. Koltuğa yatıp kayıkları düşün sen dedim o iyi benzetmeydi.

 Sabah kalktığımda bir not buldum yanımda.

 Ben gidiyorum yazıyordu notta. Bu kadardı not. Öyle oturdum koltukta, iş yerinden aradılar. Defalarca aradıklarında açtım telefonu, çok hastayım dedim, gelemeyeceğim bugün.

 Ona okuması için verdiğim kitap sehpada duruyordu.

 Gözüm kitabın kıvrık sayfasında kaldı. Sayfanın üst kısmını kaplayacak kadar büyük bir kıvrık. İyi dedim okumuş en azından. Ben aldığım kitapların birini bile okumamıştım. Kitaplıktaki kitaplara baktım.  Hepsi tertemiz aldığım ilk günkü gibi duruyorlardı. Bir gün hepsini okuyacağım dedim. Sonra bir kitap yazacaktım. İşte o zaman kitap neymiş göreceklerdi. Dilek kağıdına bunu çizmiştim. İmza günündeki ben metrelerce kuyruktaki insanların ellerinde tuttukları kitaplarımı imzalıyordum. Çevre  masadaki yazarların hayran ve kıskanç bakışları hoşuma gidiyordu.

 Kalkıp mutfağa gittim, elimdeki notu çöpe atarken tezgahtaki turplardan birini de ağzıma attım.  Turplar gerçekten acıydı.

                                                                                                                                              

           

Yorum bırakın