Mitokondri ya da Her Şey

 Balkonda örme yeşil yeleğiyle kasılmış, dalgın oturuyordu. Hemen yanı başında kızının şöyle bir kıpırdandığını fark etti, ona bakmadan sigarasından derin bir nefes çekti. Başını sağa yatırdı, kızıyla biraz daha mesafe girdi aralarına, dumanı ağzının sol yanından üfledi. Sol gözü yaşardı, başını doğrulttu. Gözleri ufuktaydı, sabit.

 Kızı, başı önde, belli belirsiz annesini izliyordu. Her ikisi de balkondan deniz manzarasına dalmıştı. Anne başını bir daha sağa yatırdı, kaldırdı. Annesinin kaşlarının kalktığını fark etti kız. Yatıp kalkan baş şimdi sağa sola sallanıyordu kesik kesik. Bu, bildiğimiz “olmuyor, olmuyor” mimiğiydi. Doğruldu yerinden, sigarasını söndürdü kül tablasına. Uzun balkonun arkasına adımladı, diğer yönde duraladı, geri döndü. Masadan bir sigara daha aldı, yakmak istedi. Çakmaktan sadece küçük bir kıvılcım çıktı. Tekrar denedi gene olmadı, fırlattı balkondan, “Lanet olsun!” Kız görev edindi kendine, fırladı gitti mutfaktan bir çakmak getirdi, uzattı annesine. İkinci çakışta yandı, derin bir nefes daha çekti, oturdu yerine. Kızı da uydu buna.

 Her iki çift göz de gene sözüm ona manzaradaydı. Gün batımında sol yandan inen karşı mahallenin tepeleri yaklaşık dik bir açıyla denizle kavuşuyordu. Hemen sağlarındaki küçük tepe de birkaç evin arasından denize iniyor, ortada minik bir göl parçası oluşturuyordu. Ufka bakılmasa koskoca deniz görülmez, manzara da insanda vadi içerisinde bir göl hissi uyandırırdı. Yaz akşamları buradan gün batımının tadına doyulmazdı. Anne ufku şöyle bir taradı ve kızına:

-Yeter!..

Yaşanılan sessizlik, yerini daha derin olanına bıraktı. Uzun bir süre sonra, tekrar:

-Yeter artık, ye-ter…

 Kız artık daha fazla kendini tutamadı. İçin için ağlıyordu. Kızaran gözler ve artık boşalan yaşlar annesini biraz olsun etkiledi. Hafif sağa döndü, göz teması kurmadan:

-Ben seninle ne yapacağım? Ne dedim ben sana? Of, of…

-…

-He, ne diyo’sun?

-Seviyorum anne.

“Seviyorum anne,” diye taklit etti kızını.

-Seviyormuş ha-haa… On altı yaşındaymış da, seviyormuş da, bilmem ne de… Kızım o at hırsızının neyini seviyorsun? Ne işin var senin onunla? Bildiğin sokak serserisi. Her gün karakolda…

 Kadın kalktı yerinden yine. Tekrar adımladı arkaya. Kapının önünde birkaç kuş gördü, hızlı hareket ediyordu, yiyecek bir şeyler arıyordu besbelli. Kuşlar onu çocukluğuna götürdü. Çok kar yağardı o zamanlar. O karda kışta abisinin leğenle kuş yakalamaya çalıştığını hatırladı. Bir keresinde yakalamıştı da. Hızla geri döndü, sigara gene elindeydi. Zaten hiç sönmemişti ki. Bir birinin peşi sıra yanıp duruyordu. Hıçkırıklara boğulan kızına doğru bir iki adımladı.

-Ne ağlıyo’sun? Ağlamak ne fayda verecek. Ben ne dedim sana? Bırak bu çocuğu demedim mi? He, demedim mi? Bu iş olmaz demedim mi? He, demedim mi? Ol-maz! Ah, ah… Seni doğuracağıma taş doğursaydım.

 Konuşmasının sonlarında iyice kendinden geçmiş, sesi yükselmişti. “El âlem ne der” duvarını çoktan aşmıştı. Kız bu ses tonundan korkmuş, omuzlarının içinde iyice kaybolmuştu. Sadece kesik kesik hıçkırıyordu şimdi. Annenin gözü iyice ufalan kıza daldı. Kendini gördü onda, yıllar önceyi. Ablasının kendisine nasihatlerini… Hatta kaç kez dayak yemişti ondan sırf erkek arkadaşı yüzünden. Gene de ne yapıp edip evlenmişti onunla.

 Evlenmeyip de ne yapacaktım? Evet, ben de farkına vardım. Sert, sinirli, kaba, nobran biri. Fark etmedim mi sanki. Ama gençlik işte, on altı yaş heyecanı, kaptırıyorsun kendini. Gönüllü giriyorsun bu kapana, ama çıkmak ne mümkün! Bir gün bu işin yürümeyeceğini söylemeye çalıştığımda, gözlerindeki dehşeti fark ettim. Kocaman boş gözler… Şöyle bir güldü, sustu, sadece şakakları oynuyordu. Bir cevap vermedi. Tekrar güldü ve başını salladı. Ben cevabımı almıştım. Bu girdaptan kurtuluş yoktu. Ayrılamazdım, ayrılamamıştım. Ayrılmadım da ne oldu? O içeride, ben iki çocukla hayat mücadelesinde… İyi ki ailemin desteği var. Onlar olmasa ben ne yapardım. Şimdi de kendi kızım… Taş olsa da bana benzeyecekti. Doğa böyle, kalıtım bu. Mendel böyle buyuruyor. Ah o buruşuk bezelyeler… Ah, keşke kızlar analarının kaderini yaşamasalar…

-Kızım bu böyle olmaz. Son verece’z bu işe.

 Tekrar kalktı, balkonun arkasına adımladı. Kapının önündeki kuşlar gitmişti. Çocukluğundaydı gene. Ağabeyinin, o karlı kış gününde leğenle yakaladığı kuşu, o içeriden kap almaya girdiğinde bir koşu salıverdiği geldi aklına. “Bu kuş nasıl kaçar tuzaktan?” diye akıl erdirememişlerdi birlikte. Kadının her iki elmacık kemiği de seğirtti belli belirsiz. Yeleğini çekiştirdi, toparlandı, başını dikleştirdi, kaşları kalkık, burnunun ucundan:

-Seni okuldan alıyoruz!

Yorum bırakın