Muammer

Muammer Amcam başını ellerinin arasına almış düşünüyor, arada önündeki peçeteye bir şeyler karalıyordu. Daha doğrusu hep aynı şeyi çiziyordu; kocaman gözlü bir oğlan çocuğu. Öyle de güzel çiziyordu ki değme ressamlara taş çıkartırdı. “Bu çocuk kim?” diye soruyordum, duymuyordu. Yanındaki büyük rakı şişesinin yarısı boştu. Tabaklara, etleri sıyrılmış kılçıklar dizilmişti. Yenmemiş çıtır çıtır hamsiler, ziyan olacaklarını bilir gibi elemle duruyorlardı sofranın ortasında. Mutfaktan kahverengi dumanlar yükselip yükselip içeri doluyor, yosunla karışık zeytinyağı kokusu kadife koltukların üzerine ince tığ işleri gibi yayılıyordu.

Yengem ocağın yanına yaslanmış, unlanmış balıkların kızgın yağda kızarışlarını kinle seyrediyordu. Hıncını hamsilerden çıkartmak istermiş gibi onlar çıtırdadıkça “Oh,” çekiyordu. Amcamın, “Ayfer, yenmiyor. Kızartma artık,” demesine aldırmadan ardı ardına atıyordu balıkları tavaya.

Severim amcamı. Ne zaman memlekete yolum düşse ziyaretine giderim. Köyünü, yerini yurdunu bırakıp Ankara’ya gelişini, dedemin yanında mobilyacılığı öğrendiği günleri anlatır. Her seferinde ilgiyle dinlerim. Zamanında filinta gibi delikanlıymış. Sokakta çalımla yürümeyegörsün kızlar fısıldaşmaya, gözler süzülmeye, oyalı mendiller, okunmuş üflenmiş muskalar havada uçuşmaya başlarmış. Onun kalbi köyün zümrüt gözlü güzeli Ayfer Yengem’deymiş. Her sabah kapısına bir çiçeğin resmini yapıp bırakırmış. Evlendiklerinde gencecikmiş ikisi de. Uzun süre çocukları olmamış. Sonra Caner doğmuş. Bütün aile üzerine titrerdi kuzenimin, çok da iyi çocuktu. Kader bu ya, talihsiz bir gecede cinayete kurban gitti.

Amcam, Caner öldükten sonra kendine gelemedi. Bir gecede ak düştü saçlarına. “Sırım gibi oğlan toprak oldu.” “Ne işi vardı kumarhanelerde?” “Aklını kullansaymış, babasını dinlemeseymiş, alışmasaymış kumara,” dediler. Uzaktan takip ettim olanı biteni. Cenazesine gidemedim. Mesafe böyle bir şey işte. Doğumlara da ölümlere de yetişemiyor insan. Her neyse… O akşam amcam epeyce içti. Sonra başını zar zor kaldırdı masadan, “Sevda,” dedi. “Beni dükkânıma götür.”

“Senin dükkân satılalı çok olmadı mı?”

“O dükkâna değil, Anafartalar’dakine.”

Şaştım kaldım. Anafartalar’da dükkânı varmış da ben mi bilmiyormuşum! Mutfağa gittim, yengem kahve fincanını çiçekli muşambaya serptiği unların arasına kapatmış, üzerine de işaret parmağını koymuş boşluğa bakıyordu.

“Yenge,” dedim. “Bu ne hâl?”

Derin derin içini çekti. “Yarın Caner’e gideceğim. Seni de götüreyim mi?”

“Gelirdim ama amcam ‘Beni dükkâna götür’ diyor. Başka dükkânı mı vardı onun?”

Dik dik baktı yüzüme. “Ne bileyim, kim bilir yine neyin peşinde koca papaz! Bana sorma,” dedi.

Falını açtı, gözlerini kıstı, una bulanmış telvenin arasında saklı geleceğini pür dikkat okumaya başladı. Onu seyrettim bir süre. Eskisi kadar güzeldi. Yemyeşil gözlerinin feri kaçmıştı ya, olsun. Alnındaki çizgiler bambaşka bir anlam katmıştı yüzüne. Mapushane duvarına atılmış çentikler gibi yaslı günlerin acısını taşıyordu her biri.

Yengemi öylece bırakıp amcamın yanına gittim. Kederli bir Yörük havası tutturmuştu. Masaya ha yığıldı ha yığılacaktı. Peçetelerde hep aynı kocaman kara gözlü çocuğun resmi çiziliydi. Kolundan tutup kaldırdım. “Sevda,” dedi. “İyi kızsın, merhametlisin sen. Götürecek misin beni yarın?”

“Götüreceğim, merak etme.”

“Sağ ol kızım. Geç kalma.”

Salondaki kanepeye zar zor taşıdım. Mindere yasladım başını. İçeri gidip yengeme bakacaktım, cesaret edemedim. Caner’in büyütülmüş vesikalık fotoğrafı sokak kapısının tam karşısında asılıydı. Evin her yerinde o vardı ama bu en görkemlisiydi. Başımla selam verdim. O da beni selamladı sanki. Kapıyı sessizce kapatıp çıktım.

Gece pek uyuyamadım. Hem soğuktu hem de penceremden dolunay görünüyordu. Işığı tüllere vurmuştu. Bin türlü lüzumsuz düşünce geldi aklıma. Caner’i yatağından kaldırıp götürdükleri gecenin anısıyla boğuştum uzun süre. Aynı böyle dolunaylı bir geceymiş, telefon gelmiş, yengem açmış. “Uyuyor, sabah konuşursunuz,” demiş, dinletememiş. Oğlunu gidip kaldırmış, mis kokulu alnından öpmüş. Evden gelip almışlar, birikmiş kumar borcunu ödeyemeyince hızla giden arabadan atmışlar. Yatağın içinde döndüm durdum, sabahı zor ettim.

Erkenden amcamlardaydım. Yengem elinde sigarası, üstünde rengi solmuş sabahlığıyla kapıyı açtı. “Erkencisin,” diyerek yana çekildi. Sigarasının külleri holdeki halıya düştü, aldırmadı.

Amcam mutfakta çayını yudumluyordu. Hâlâ yakışıklıydı. Hatta çok yakışıklıydı. Nasıl anlatsam, hatları öyle ince öyle kibardı ki gençliğinde kızların âşık olduğu kadar vardı.

“Geldin mi kızım? Kahvaltı ettin mi?” diye sordu.

“Pek iştahım yok. Uyku tutmadı. Hadi bir an önce gidelim.”

Masadan yalpalayarak kalktı. Düşmemesi için koluna girdim. Daha ellilerindeydi ama iki senedir tuttuğu yas yürümesini etkilemişti. Ayakkabılarının bağcıklarını zar zor bağladı. Bir sigara yaktı, Caner’e doğru baktı. Çıktık kapıdan.

Apartmanın merdivenlerini yavaş yavaş indik. Bir ara durdu, gitmekten vazgeçti sandım. “Gidiyoruz değil mi?” diye sordum.

“İki yıl oldu gitmeyeli.”

“Boş ver istersen. Gel bir kahve içelim.”

“Olmaz kızım. Götür beni. Orada eşyalarım kaldı.”

Arabada bir sigara daha yaktı. Genzim iyice yanmaya başlamıştı. Yabancı memleketlerde yaşaya yaşaya sigara dumanını unutmuştum.

“Bu kadar içme; ciğerlerin mahvolacak.”

“Olsun be kızım, ne olacaksa olsun,” diyerek, dumanı uzun uzun içine çekti.

Trafik ağır akıyordu. Ankara’nın gri sokaklarını, kalabalık caddelerini, köylerden, kasabalardan göç etmiş bin bir renkte insanını geçip, çeşit çeşit dükkânlarla dolu Anafartalar Caddesi’ne geldik.

“Şimdi nereye amca?”

Bir mobilyacıyı işaret ederek, “Biraz daha git, sağda,” dedi.

Sağa çektim, durduk. İnmeyecek sandım fakat indi. Bagaja yaslandı, ellerini paltosunun cebine soktu, gözlerini karşıdaki dükkânın camekânına dikti. Ankara’nın ayazında konuşmadan öylece durduk. Bir süre sonra memnuniyetsizlikle söylenmeye başladı.

“Bunları böyle koymayın diye kaç kere tembihledim.”

“Neyi?”

“Şu koltukları.”

Yan yana dizilmiş bordo kadife koltuklara baktım. Önlerinde sehpalar, bronz ayaklı lambalar, birkaç sandalye duruyordu.

“Fena olmamış,” dedim ama ben de pek beğenmemiştim.

“Mobilya böyle sergilenmez. Camekânı salonunmuş gibi süsleyeceksin.”

Ceket cebinden kalemini çıkardı. “Kâğıt var mı?” diye sordu. Torpidodaki küçük defterin sayfalarından kopartıp verdim. Bir camekân resmi çizdi; teker teker koltukları, sehpaları, lambaları yerleştirdi içine. Çiçekli vazolarla, desenli örtülerle süsledi. Çizdiği detaylar o kadar güzeldi ki, “İlk defa başka bir şeyin resmini yaptığını gördüm,” dedim hayranlıkla.

“Ne demek istiyorsun?”

“Hep o küçük çocuğu çizersin ya.”

Durakladı, içerlemiş gibi dişlerinin arasından, “Hadi gidelim,” dedi. Kâğıdı katlayıp cebine koydu. Soğuktan morarmaya yüz tutmuş ellerini nefesiyle ısıtmaya çalışarak mobilyacıya girdi, ben de peşinden. Yüzü çiçek bozuğu, sert bakışlı bir adam karşıladı bizi. Ceketinin düğmelerini tutmuş amcamın önünde eğiliyordu.

“Muammer Ağa, hoş gelmişsin. Çok oldu uğramayalı.”

“Hoş bulduk Bayram.”

“Cenazeden beri görmedik. İyisinizdir inşallah. Yenge nasıl?”

“İyiyiz.” Mesafeliydi sesi. “Bir kahveni içeriz.” Koltuklardan birisini işaret etti, yanına oturdum. Kumaşına dokundu, dikişlerinde gezdirdi parmaklarını. Pek memnun olmamış gibi Bayram’a dönüp, “Boşlamışsınız işi,” dedi.

“Yok ağam, arada kaytarıyor çocuklar. Ne yapalım, haytalar işte.” Lafı değiştirmek ister gibi bana baktı. “Hanım kızımız kim?”

“Yeğenim, Yusuf’un kızı.”

“Allah rahmet eylesin.” İçeri seslendi, “Leyla, Leylaaaa üç kahve, ağanla bana şekersiz.” Yüzüme baktı, “Ben almayayım,” dedim. “İki olsun, yanına lokum koy.”

Amcam koltukta doğruldu. Omuzlarını dikleştirdi, parmaklarını saçlarında gezdirdi, kravatını düzeltti.

“Eşyalarımı almaya geldim.”

“Alırsın ağam. Çocuklara söyleyeyim mi toplasınlar?”

“Yok, zahmet etme. Kendim toplarım.”

Bayram, çalışkan müdür edasıyla masasının arkasına geçip oturdu. Dükkânın iç taraflarından konuşma sesleri geliyordu. Bir çocuk, “Anne, ben götüreyim mi kahveleri?” diye soruyordu. Duyulmuyordu annesinin ne dediği.

Az sonra elinde tepsiyle genç bir kadın çıktı içerden. Utangaç tavırlarla bize doğru yürümeye başladı. Uzun etekli, karanfil desenli elbisesi üzerine tam oturuyordu. İncecik beline doladığı işlemeli siyah kuşak dizlerine kadar iniyordu. Saçlarını iğne oyalı, lacivert yemenisiyle tutturmuştu. Eteklerinin arkasına saklanmaya çalışan oğlu, üç-dört yaşlarındaydı.

Bayram, emir veren bir tavırla, “Önce ağana ikram et kahvesini,” dedi.

Leyla’nın elleri titremeye başlamıştı, yerinden kıpırdayamıyordu. Kahveler dökülecek diye korktum. Kalkıp tepsiyi aldım, masanın üzerine amcamın önüne koydum. Lokumlardan birisini annesinin eteklerinin arasından kocaman kara gözleriyle bize bakan çocuğa uzattım. Bayram’a dönüp, “Alayım mı dede?” diye sordu. Dedesi, “Al, içerde ye. Yapış yapış ellerini sürme koltuklara,” deyince lokumu avucuna sakladı, korkak korkak yüzüme baktı.

“Adın ne senin?” diye sordum.

“Muammer,” dedi.

Amcama döndüm, hiç kıpırdamadan oturuyordu. Çocuk kocaman kara gözleriyle bir ona bir bana bakıyordu.

“Senin adın ne?”

“Sevda.”

Amcamı işaret etti, “Ya onunki?”

“Muammer,” diyemeden Leyla oğlunu elinden tutup çekti. Bayram başıyla dükkânın arkasında bir yerleri işaret etti. Anne oğul içerde kayboldular.

Onlar gittikten sonra sessiz sessiz oturduk. İki adam da yere bakıyor, konuşmadan duruyorlardı. Neden sonra amcam yerinden kalktı, sessizliği bozarak, “Eşyalarımı alayım,” dedi. O da dükkânın arkasında kayboldu.

Bayram masanın üzerinde duran kahveyi “Sen iç bari,” diyerek önüme koydu.

Fincanı aldım, “İşi uzun sürer mi?” diye sordum.

“Çok eşyası yok. Birkaç tablo, o kadar. Güzel resim yapar ağam.”

“Biliyorum ama bize pek göstermez.”

“Ben çok gördüm. Haytaydı, okumayacaktı belliydi. Küçüklüğünde de kumara düşkündü. Az ütmedi köyün çocuklarını. Mustafa Ağa okuldan aldığında resim öğretmeni evin kapısına dayandı. ‘Oğlanı okuldan almayın,’ diye çok söyledi ama dinletemedi.”

“Bu hikâyeyi hiç duymamıştım.”

“Pek kimse bilmez. Sonradan babasının işlerinin başına geçti. Bilirsin, ağamız o oldu.” Huzursuz huzursuz içeriye doğru bakmaya başlamıştı. Kızına seslenecek sandım, bir şey demedi. Muammer’i merak etmiştim. “Torununuz kaç yaşında?” diye sordum. Söylemedi ama açıklamak ister gibi, “Benimle yaşıyorlar,” dedi. Kahvesinin son yudumunu içti, masasına dayanıp kalktı, koltukların yastıklarına çeki düzen verdi. “Şimdi gelirim,” deyip gitti.

Cilalanmış tahta kokan mobilyaların arasında tek başıma kalmıştım. İçerden Muammer’in sesi geliyordu. Kocaman kara gözlerini açmış kim bilir neler diyordur diye düşündüm. Annesinin söyledikleri yine duyulmuyordu.

Az sonra amcam koltuğunun altında paket kağıdına sarılmış birkaç tabloyla yanıma geldi. Cebinden çizdiği resmi çıkartıp onu takip eden Bayram’a uzattı. “Camekânı böyle düzenleyin, işleri aksatmayın,” dedi. Bayram içerleyecek sandım, sesini çıkarmadı.
Konuşmadan arabaya bindik. Aklım tablolarda kalmıştı.

“Bunları sen mi yaptın?” diye sordum.

“Ben yaptım.”

“Keşke devam etseydin.”

Yanıt vermedi. Eve varana kadar da tek kelime etmedi. Lapa lapa yağmaya başlayan kar önümüzde uzanan gri sokağı beyaza boyuyordu. Çatının altına sığındık, her şeyin üzerini örtüşünü seyrettik yan yana. Amcam bir sigara yaktı. Dumanını yine uzun uzun içine çekti. İzmaritini yere fırlatırken, “Çok ihmal etmişler dükkânı,” diye söylendi. “Başında durmak lazım.”

“Yengemi yalnız bırakabilecek misin?”

Sustu. Aklımı okumak istermiş gibi yüzüme dikkatle baktı bir süre. Sonra, “Kaybetme,” diyerek elinde tuttuğu kâğıdı uzattı. Açtım; Ayrancı’da bir adresti.

“Bayram yarın yerleştirecek onları. İyi kızsın, merhametlisin sen.”

“Merak etme, gider bakarım.”

Omzuna dokundum, dükkândaki güçlü, gururlu hali yok olmuş, o tanıdık yaslı ifade yeniden yerleşmişti yüzüne. “İçeri gelecek misin?” diye sordu. Bir şey daha söylemek istermiş gibi durakladı. Başını öne eğdi.

“Ayfer kaldıramaz. Caner’den sonra aklı gitti.”

“Haklısın amca, kaldıramaz. İlerde istersen kendin söylersin.”

Onaylar gibi baktı bana, koluma girdi, yavaş yavaş çıktık merdivenleri. Kapıyı yengem açtı. Alnını siyah bir yemeniyle sıkıca sarmıştı. İçeriden kavrulmuş helva kokusu geliyordu. “Yeni çay demledim,” dedi. Sessizce içeri girdik. Amcam elindeki tabloları Caner’in fotoğrafının altına bıraktı. Mutfak masasının etrafında konuşmadan oturduk, dışarıdan gelen çocuk seslerini dinledik. Neden sonra yengem, “Mezarlıktaki çiçekler susuz kalmış. Yarın da gideceğim,” dedi. “Siz de gelecek misiniz?” Amcamla birbirimize baktık. “Sabah işim var, öğlen alırım ikinizi,” dedim. Yengem başını salladı, önlüğünü bağladı, tavaya yağ döktü. “Kızartma yapacağım, oğlum severdi,” dedi. Geç oluyordu, kalktım. Caner’e selam verip çıktım kapıdan. O da beni selamladı sanki…

Yorum bırakın