Bugün aldığım kitapları yerleştiremedim kitaplığa. Bir aşağı bir yukarı… sığdıramadım. Zaten birbirine girmiş hepsi. Renkleri, sıraları, konuları, yazarları karışmış. Şöyle biraz göz gezdirdim. Çok uzun yıllar olmuş. Günlerce belki de haftalarca arayıp sonra yarım kalmış sayfalarla göz göze geldim. İnsan kitaptan utanır mı? Ben utandım! Yarım kalmışların yüzüne bakamadım. Bi köşede “Fasl-ı Aşk”, bi tarafta “Felice’ye Mektuplar”. Hepsi yarım… Okuyup ezber ettiklerim, cümle cümle tekrar dillendirdiklerim, altını çizdiklerim sonra unuttuklarım, sildiklerim, gözden kaçırdıklarım, sırtımı döndüklerim, hiç kapağını açmadıklarım. Hepsine yüz eğdim, veremedim hesabını.
Hatırlamaya çalışıyorum ağzımdan düşmeyen şarkıları. Her birinde ayrı anlamı olan besteleri. En çok kimi dinlerdim. Hangisi iyi gelirdi. Hiç hatırlamıyorum. Ben uzun zaman önce hepsini koymuşum bir köşeye. Şarkılar küser mi? Onlar da küsmüş. Bi “Caddelerde Rüzgâr” kalmış gereksiz aklımda. O da yarım yamalak! Sessiz sakin, güftesiz, bomboş, mimiksiz, şekersiz, tatsız tuzsuz… Dolandı dilim, çıkmadı sesim, veremedim hesabını.
Durdum düşündüm, en çok neyi özledim. Sesi özler mi insan? Koku? His? Ben sesleri, kokuları, hisleri özledim. Seher vaktinde tren hattından gelen havalı korna sesi… Rüzgârın uğultusu, çerçicinin bağırtısı… Sobanın nefes almayı zorlaştıran o kömür kokusu, üzerinde yanan mandalina portakal kabuklarının aroması… Bayram sevinci veren cuma günlerini, koşmayı, avazım çıktığı kadar sevinmeyi, boyum yettiği kadar gülmeyi özledim. Döndüm arkama, baktım geçmişe onun da hesabını veremedim.
Dünya küçük mü büyük mü bunun üzerine felsefik yorumlarım yok! Ben istersen büyük istemezsem de küçük. Görmek istiyorsam sevdiklerimi minicik, küçücük, ufacık, tefecik… Adını bile anmak istemediğim patatesler için ise dağlar, denizler, okyanuslar, ovalar, bayırlar ve önümde bariyerler… Varlığı ömrüme hiç kadar dokunmamış, almış ama katmamış, söylemiş hiç dinlememiş…. Zamanlı zamansız zamanımı çalanlar için saatlere, dakikalara hatta saniyelere mahcup oldum, hesabını veremedim.
Kalemim kırk yıllık, sözleşmem süresiz. Anlaşmam lazım yürekten dökülenlerle. Beyaz bir kâğıt, ucuz bir masa, bozuk lamba, iliştirilmiş birkaç not, çizilmiş ayna ve birkaç gönül edebiyatı… Göz gezdirdim tüm kutuya. Elim mavi mürekkepli kalemde yine. Oysa ne çok renk var içinde. Karıştırdım hepsini, döktüm yere. Kimi kurumuş kimi akmış kimi bozulmuş… Ben bir iki kalemin bile hesabını veremedim.
Gördüklerim kulağımda çınlar, gözlerimin sesi mi var? Çok sessiz okurum aslında, bir tonunda, yalnız anlamların gürültüsü ağrıtır başımı. Okuduklarım nemli, sayfalar sisli, ruhumun romatizması yine nüksetti. Konular dağınık, tema ağır, kişiler soyut… Anlamadığım bilimsel bir makale içinde terimler arasında kaybolmuş gibiyim. Bilmediğim, manasız, acımasız daha önce hiç duymadığım kemiksiz bir dil bu. Menşei belli! Tercümesi zor! Çok konu var aslında boyumu aşan. Öğrenmediğim, alışamadığım, işitmediğim, değinmediğim, uğraşmadığım ve daha nice olumsuz fiillerin hesabını veremedim.
Plansız, programsız bir seyahat bu. Karanlık, pusulasız yoldayım. Hazırlıksız, tek bir çanta! İçinde büyük hayal kırıklığı, ağır sözler, açılmamış bir vicdan, ucuz ve kalitesiz merhamet, bir kutu alay konusu! Yeter bu kadar yük! Yanımda dursun ki, unutmayayım. Her omzum düştüğünde hatırlayayım her yorulduğumda doğrulayım. Bu çanta ömürlük sırtımda! Ben uzun yol yolcusuyum. Geriye dönmeyen, mola vermeyen! Derdi yalnızca kendisiyle olan veremediği hesapların amelesi, biletsiz, gideceği yeri bilmeyen seyyah.
Hesabı verilmiş veya verilmemiş tüm yaşananlar için ve hesapsız hesaplar içinde yolunu şaşıranlara solgun merhaba ile… aslında bir elveda benimkisi…