Mitler yahut dinler tarihi, doğal olana özlem, doğal olanın gerekliliği ekseninde kendilerini var etmiştir. Animizm, manizm yahut totemizm gibi İbrahimi dinlerden önceki ilk dinlere kadar bu doğallığın izi sürülebilir. Doğanın içinden; ısıtan, yakan, rüzgâr çıkartan, koruyan, öfkelenen, korku duyulan Tanrı tasvirleri on binlerce yıl öteden beri insanın iliklerine kadar işleyegelir. İnsan, tanrılarını yukarıda bir yere, gökyüzüne göndermeden önce, doğadan (dışarıdan) çıkardığı tanrılarını, git gide kendine yaklaştırmış ve benzetmiştir. Antropomorfizm olarak nitelendirilen bu olguya semavi dinlerin metinlerinde de bolca rastlanır.
Antropomorfizm olgusunun ilk ele alındığı yazılar M.Ö. 6. yy.’da yaşamış Yunan filozof Ksenophanes’de görülebilir. Ksenophanes, Tanrı tasavvurlarının toplumlardan toplumlara farklılık gösterdiğini ve bu farklılıkların, insanların tanrılarına kendilerinden bazı özellikler katmalarından doğduğunu ifade eder. Ona göre, Etiyopya tanrılarının kalkık burunlu ve siyah tenli, Trakya tanrılarının ise mavi gözlü ve kızıl saçlı olarak tasvir edilmesi, bu toplumların kendi fiziksel özelliklerini tanrılarına atfetmelerinden ileri gelmektedir. Ksenophanes şöyle der: “Eğer öküzlerin, atların ve aslanların elleri olsaydı ve onlar elleriyle insanlar gibi resim yapmasını ve sanat eserleri meydana getirmesini bilselerdi, atlar tanrıların biçimlerini atlarınkine, öküzler öküzlerinkine benzer çizerlerdi.”
Yeri gelmişken ifade etmem gerekir ki bu yazıda “doğal olan” ile kastedilen, akla ilk geldiği şekliyle sahici olmak, kendi olmak, ne ise o olmak gibi anlamlardan ziyade felsefî anlamıyla “doğal” olandır. Yani tarihsel olarak ilk gelen, henüz tam olmamış olan, ham olan, gelişmemiş olan gibi anlaşılabilir. Tarihsel olarak Tanrı tasavvurlarının değişimini izlemek ilginç olabilir. Dışarıdan “içeriye” alınan ve sonra tekrar dışarı (yukarı) bir yere, göklere itilen, fakat fizik kurallarını aşsa da “doğal” olma izleri taşıyan tasavvurlar… Modern çağda bu tasavvur rasyonel insan aklıyla tekrar içeri (dışarıda ya da semada olmayan) alınıp daha farklı tahayyül edilmektedir. Teknoloji ve yapay zekânın ön plana çıkması ve tıptaki ilerlemeler bu modern çağ tanrı tasavvurları ile yakından ilgilidir.
Doğal olanda bir düzensizlik ve rastgelelik hâkimdir. Doğada aslan ceylanı parçalar, yılanlar serçe yavrularının minikliğini ve tatlılığını umursamadan mideye indirir, doğal olarak erkek kadından fiziken daha güçlüdür, bağırsaklar sindirir, kendiliğinden, sen bir şey yapmasan da bulduğunu sindirir, aç olan mide guruldar. Kendiliğinden, can alıcı nokta burası, bunlar “kendiliğinden” olagelir, biz bir şey yapmasak da… Peki insan bir şey yapmadan kendini akışa mı bırakmalı? Yoksa doğal olana rağmen insan bir şeyleri akışından farklı mı yapar? Açlık doyurulmak ister ne pahasına olursa olsun, peki homo faber insanı diğer hayvanlardan ayıran ne olabilir? Bir yılanın serçe yavrusunu yutması gibi insan da açlığını hemen ve şimdi, ne pahasına olursa olsun giderebilir mi? Benzer sorular çoğaltılabilir fakat cevap, akletme potansiyeli olan ve sosyal bir varlık insan için kültürde saklıdır.
Düşünsel olarak bir yetkinliğe ulaşan insan ile doğal olanın yolları ayrılır. Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği yapıtında doğal merhale-kültürel merhale gerilimine ilişkin şöyle diyor: “İnsan Kültürü — ki bununla insan yaşamının kendini hayvansal koşullarının üzerine yükseltmesini ve hayvanların yaşamından ayırt etmesini sağlayan her şeyi demek istiyorum ve Kültür ve Uygarlığı ayırt etmeyi önemsemiyorum — bildiğimiz gibi gözlemciye iki yan sunar. Bir yandan doğanın kuvvetlerine egemen olabilmek ve insan gereksinimlerinin doyumu uğruna sunduğu gönenci ele geçirebilmek için insanların kazanmış oldukları tüm bilgi ve yeteneği ve öte yandan insanların birbirleri ile ilişkilerini ve özellikle eldeki gönencin dağılımını ayarlayabilmek için zorunlu olan tüm düzenlemeleri kapsar. Kültürün iki eğilimi birbirinden bağımsız değildir; ilk olarak, çünkü insanların karşılıklı ilişkileri var olan gönencin olanaklı kıldığı içgüdüsel doyumun düzeyi tarafından derinden etkilenir; ikinci olarak, çünkü bireysel insanın kendisi onun iş gücünden yararlanan ya da onu eşeysel bir nesne olarak alan bir başkasının karşısına bir mal ilişkisi içinde çıkabilir; üçüncüsü, çünkü gizil olarak her bir birey bir kültür düşmanıdır, gerçi uygarlığın bir evrensel insan çıkarı olması gerekse de. Belirtmeye değer ki, insanlar yalıtılmışlık içinde var olma konusunda ne denli az başarılı olabilseler de kültürün onlardan bir topluluk yaşamını olanaklı kılabilmek için beklediği özverileri ağır bir baskı olarak duyarlar. Böylece kültürün bireye karşı savunulması gerekir ve düzenlemeleri, kurumları ve buyrukla göreve hizmet etmeye yöneliktir; bunlar yalnızca gönencin belli bir dağılımını sağlamayı değil ama bu dağılımı sürdürmeyi de amaçlarlar; aslında, insanların düşmanca dürtülerine karşı doğa üzerinde egemenliğe ve gönencin üretilmesine katkıda bulunan her şeyi korumaları gerekir. İnsan yaratıları kolayca yok edilir, ve onları yapmış olan bilim ve uygulayımbilim onların yok edilişi için de uygulanabilir.”
Kültür, doğal olana rağmen insanın kendi kazanımlarının ve yaratımlarının ürünüdür. Prometheus’un tanrılardan ateşi çalması ve insanlığa vermesinden beri üzerine koyarak inşa ettiği bir miras. Freud’da bahsi geçen güdüsel anlamdaki bireysel özgürlüğe -ki bu anlamıyla aklî değil bir başıboşluktur daha çok- karşı savunulması ve doğal aşamadan gelen alışkanlıklarımıza tercih edilmesi gerekir. Bu tercihi yaparken “süperego” yani “doğal-olana-rağmen-otorite” yoluyla oluşturulan üst-benin maruz kalmalarının farkında olmak gerekir. Toplumsallığın niteliğini ve bir anlamda kültürü belirleyen kolektif üst-ben; doğumdan-ölüme kadar, aileden okula, iş yerlerinden askeri kurumlara, şirketlerden devletlere farklı belirlenimler (otoriteler) tarafından kontrol edilir. Bu “kontrol edilme”nin bilincinde olmak ve duygusal, mitsel yahut akıl-dışı kurallar yerine akıl tarafından belirlenmiş, bireyi korurken, toplum yararı ve ilerlemesini gözeten yasalar ile “yönlendirilmek” oldukça önem arz eder. Çok dikkat etmek gerek. Zira bu bağlamda kölelik ve özgürlük arasında oldukça ince bir çizgi vardır.