Zümrüt yeşili bir bahçe içinde hür bir şekilde soluksuz kalana kadar oynardık. Rengârenk çiçeklerin kokusundan kendimizden geçerdik. Güneş tepenin arkasına ağır bir şekilde ilerlerken biz hala keşfedecek ve öğrenecek yeni şeyler bulur ve tüm zamanımızı bir maceraya adardık. Zaman denilen büyük üstat bize ne kadar da büyük gelirdi! Yirmi dört saate neler sığdırırdık neler… Hür bir şekilde özgürlüğe ve yeniliklere korkusuzca ilerleyen, karşımıza çıkan her zorluğa çocuk kalbimizle cevap veren küçük kahramanlardık.
Canımızı acıtan, sadece düştüğümüzde kanayan bacaklarımızdı. Ama onu da yanımızda duran, bizim gibi çocuk kalpli yol arkadaşlarımız ile unuturduk, çünkü birbirimize güç verirdik. Akşam aynaya baktığımızda kıpkırmızı bir yüz ile nefes nefese, olan biteni, yaşadıklarımızı evdekilere büyük bir heyecanla anlatırdık. Onlar da bizim bu heyecanımıza ortak olur dinlerlerdi. Hayal gücümüzün zirvede olmasından dolayı olsa gerek, her hikayemize bir hayal eklerdik. Sabah olup da yeni bir gün başladığında bizim için de yeni maceralar başlamış olurdu. Zaman zamanı kovaladı ve biz büyüdük, belki de büyümek zorunda bırakıldık. Bu zorunlu yolculukta ne oldu da bize ait olan zamanı elimizden kaçırdık ve bizim sahibimiz olmuş olan zamana teslim, rutinler içerisinde gerçek kimliklerimizi de aynalara hapsettik?
Sahi ne oldu o meraklı ve saatlere hükmeden çocuk kahramanlara, her bir macerasına bir hayalini de katarak özgürce koşturan çocuk kalplere? Biz de kaybolduk aynaların içinde. Büyüdükçe ruhumuzun derinlerinde büyütmeye devam ettiğimiz o çocukluğumuzu da sakladık aynaların içine. Çocukluk sevinçleri, gerçek arkadaşlıklar, özgürlük hepsi hapsoldu. Yansımamız, sessizce kaybolan zaman gibi yaşadığını zanneden bir gölge oldu. Zannetmek, evet her şeyi zanneder olduk, varmış gibi rol yaparak mutlu olmaya zorladık kendimiz. Oysa çocuklukları korkusuzca ortaya çıkarabilseydik gerçek mutluluğun o dönemlerde olduğunu anlayabilirdik.
Hayallerimizde kurduğumuz oyunlar mı gerçekti yoksa şimdi yaşadığımızı sandığımız günler mi gerçek? Biz ne zaman mutluluk için metalaştık? Bizim yönettiğimiz zaman ne oldu da bizi yönetmeye başladı? Hayallerimiz ne zaman bu kadar değişti, bizi biz yapan rüyalarımız neden artık eskisi gibi canlı değil? Her sabah farklı bir insan gibi değil de tekdüze bir robot gibi hareket etmek, kendini kaybetmek yetmedi mi?
Aynaları kırıp kendini bulan tüm çocuk kalplere…