Buyurun geçin böyle. Madem merak ettiniz, ta şehirden geldiniz, anlatacağım elbet. Ama önce bir soluklanayım, aklımı bir toplayayım. Bugün günlerden cumartesi, aylardan aralık, mevsimlerden kış… Yıl kaç, hay Allah kaçtı yıl? Şimdi aklımdaydı, 2023’tü ya da 2022, ama mevsimlerden kış kesin. Buz gibi kıpkırmızı ellerim, bu beton merdivenlere otururum, ne zamanki bahçeye bir araba gelir kalkar kapılarına kadar giderim, karşılarım, buyurun buradan diye, arkalarından çıkarım birkaç merdiveni, önümde bir önlük, ayağımda lastik çizmeler, geçerim tezgahın arkasına, Nikoleta Hanım’ın yanına. Gelen gidenin az olduğu tenha saatlerde geçerim bahçenin başındaki yaşlı zeytin ağacının altına, ahşaptan ağır bir sandalye, minderli, otururum; başımı dayarım ağacın gövdesine, gözüm kapanacak diye korka korka kestiririm az. Ağırlaşır ama gözkapaklarım, ne zamandır yorgun, hem de çok yorgun, rüyalardan korkan ben, Türk Yasin, eskiden uykulara doyamayan, şimdilerde yarı uyur, yarı uyanık, önce köyümü düşünürüm, sonrası hayal. Bir de kafamı toplasam, eskiden yapabildiğim gibi. Madem merak ettiniz anlatacağım tek tek, aklımdan çıkmıyor hiç… Bir koşu kahve getireyim de önce.
Köyümde ateş böcekleri cız cız öter, zeytin kokusuna karışmış saman kokusu, bulamam ne kadar havayı koklayıp gezsem de şehirde. Köyüm bir tane, orada doğdum, gözümü açtım orayı gördüm; yarı Yunan yarı Türk, geçinir gideriz hep bir. Sorsalar başka bir yerde de yaşayamam ben, doğma büyüme Makrili Yasin, yerini göğünü severim, evim, yuvam, toprağım. Hem bir de laciverttir Kuzey Ege’nin göğü, benim köyümde daha da bir koyu koyu, denizle birleştiği yerden ayın ışıkları çıkar, pırıl pırıl sahile vurur. Kırk hane ya var ya yok, her yer yürünerek, azcık yokuş çıkarsın, bir de bakarsın hemen sonunda köy kahvesi. Bir ucunda kilise, bir ucunda cami, ikisi de sabunla yıkanmış, mis kokulu bahçelerin içinde. Temiz, tertemiz, zeytinimiz var, hayvanımız var, denizden çıkarılan türlü türlü nimetimiz var… Anam babam öldü benim, kazada, ben çocukluktan tam çıkarken hem de; çobanlık yaptım, köy beni bırakmadı, emek verdi, maaş verdi, derim kırk haneli yuvam var benim. Makrili yetim öksüz Yasin ben; hiç bilir miydim göze geleceğini günahsız köyümün.
Nasıl mı oldu? Gözlerim alev alev olur, düşününce bile. Aylardan ağustostu, yazın sıcağı dayanılacak gibi değildi. Biz böyle zamanda açarız bütün camları, kapıları, kimse girmez, anca börtü böcek, onlar da telden geçemez. Bu gece yazın sıcağı dayanılacak gibi değil, uykumdan kan ter içinde uyandıydım. Sanki korkulu rüya gördüm de, açtım gözümü gibi. Sanki sıcak kavurdu da cızır cızır bir de sesler karşılardan geldi gibi. Bir de bakmamla yerler de, duvarlar da kıpkırmızı, alev alev. Kendime gelmemle çıplak ayak fırladım odadan, kapıyı açıp bahçeye koşmamla bir de baktım sanki tüm köy kızıl kıyamet, alevden toplar uçup uçup düşüyordu.
Evlerden çıkanlar, kovaları kapıp suyla alevlerin üzerine atanlar, çığlıklar, çığlıklar… İslerle kaplanmış yüzler, darma dağınık saçlar, cinnet geçirmiş gibi fal taşı gözler, darma duman dünya. Ama en fenası da bir koku, yanık et kokusu, alevlerin sıcağından yanan kirpiklerimi fark etmeden önce aldım kokuyu, göz açıp kapayıncaya kadar ahıra koşuyorum, ben de uçtum uçtum ama yetişemedim. İnsanlar toplanmış, kimi kapıyı açıyor, kimi yine kovalarca su, ama daha yükseğe çıkıyor kırmızı canavarlar. Alev almış koyunlarım, kuzularım; sütten daha kesilmemiş, geçen hafta kucağıma doğan minik kuzum Ayşe’m de… Yanık et, yanık yün, gözünü sevdiklerim hepsi ateşler içinde… Adlarıyla sevdiğim, ahırın kapısından geri dönüp dönüp gözlerinden öptüğüm, masumlarım, İbraamım, Huseenim, Civanım, Fatmam… Anamın babamın kokusunu özledikçe, gidip bağrıma bastıklarım.
Ben mi? Ben orada bayılmışım. Hastanede de açmamışım gözlerimi, tam yirmi gün yoğun bakımda, yanmaktan, ama dışımın değil, içimin yanmasından… Sayıklaya sayıklaya uykulardan uyanamamışım. Anlattılar sonradan, itfaiye gelmiş ama kime yetişsin. Dediler bizden bile gelmişler yardıma; Yunan-Türk bir olmuş ama koca koca dağlara, tepelere yeter mi; evlerin içine, ağıllara, samanlara, zeytinlere ne yeter, kozalaklara, köyümüzün meydanına, meydandaki çınara su yeter mi? Yanan yanmış, sönen sönmüş. Kimi yana yana sönmüş, kimi kül olmuş sönmüş. Köyümüz bitmiş, yanındaki dağlar, tepeler bitmiş… Şehre kadar gelmiş de alevler, şehre girememiş.
Nikoleta Hanım zeytinyağlarını tek tek denetir gelenlere. Satmak için değil de şifa için büyütür o canım ağaçları. Sıra sıra dizdiği minik seramik kaselerden çeşit çeşit zeytinyağını tattırır. Bir de yeşilden siyaha renk renk, türlü türlü zeytinleri… Minik ekmekler bir cam kâsede, kürdanlar hemen yanında küçük bir bardakta. Benim işim bu küçük tenekeleri onun dediği kâseye tam tadacakları kadar dökmek, ne az ne çok, ne az ne çok ne az, ne çok, öğrendim ben de diye diye. Taştı mı da kızmaz hiç, başka iş de beklemez benden.
Ben geçenlerde bir koşu gidip çalı süpürgesini alıp süpürmeye başladım, önüme neresi gelirse tadımlık dükkânın önünü, oradan bahçeye inen beş merdiveni, sonra bahçeyi baştan sona. Zeytinliklerin başladığı yerde durdum, tam girişecektim oraya da “Dur!” dedi Nikoleta Hanım, “Bırak, senden yorulmanı isteyen mi var?” Hastaneden buraya getirmiş beni, bahçede bir oda, tuvalet, şimdilik burada kalacaksın, sonrasına bakarız, evet bir Yunanlı sahiplenmiş beni. Tepelerin ardındaki şehre getirmiş, şehrin çıkışındaki bu zeytinliğe… Kimselere vermemiş. Etraftakilere de gelen gidene de “Çocuklarım, torunlarım var, bir de şimdi yirmi yaşında bir Türk evladım.” der durur. Bilmem o olmasa ne olurdum? Kim n’apsın beni?
Evet yağları dökmek yetmez bana, ha bir de zeytin değirmenini de göstermeye giderim ara ara, ama bir de gözüm sürekli yerlerde olduğundan beri sabah öğle akşam süpürür dururum, önce sarı yaprakları, şimdilerde yapraksız dalları, tozu, toprağı. Ama ne diyeceğim biliyor musunuz, iyi geldi bana. Unutturamasa da, arada bir aklımdan çıkardı can Ayşem’in yanık kokusunu, tütüşünü.
Gelen giden sorar, Türklere uzun uzun anlatınca öykümü, ilgilenirler çok, sorarlar var mı bir ihtiyacın, varsa söyle, iyiliğiniz sağlığınız derim, onlar da sonra arabalarına atlayıp giderler, bagajları teneke teneke zeytinyağı dolu. Nikoleta Hanım yeni bir battaniye aldı dün, bir de kapkalın botlar, yün çoraplar, kalın bir gocuk, eldiven… Burada pek kar yağmaz ama soğuğu da soğuktur hani; benimse içim yanar, söz dinlemem üst baş ince, gezer dururum. On iki bin zeytin ağacı varmış bahçede, aralarında dolaşıp tek tek gövdelerini okşarım, isim takarım kimine. Arada değirmene kaçarım, fokurdayan zeytinlere bakarım. Ellerim kıpkırmızı, gözlerim kan çanağı, bacaklarımın iflahı kesilince çeker sandalyemi otururum en baştaki iki bin yıllık zeytin ağacının gölgesine, sayarım zeytinleri tek tek, unutunca kaça kadar saydığımı, yeniden başlar tekrar, sonra tekrar, sonra tekrar sayar dururum…