“Bence Aynı Gökyüzünü Paylaşmamız Güzel Bir Şey…”
İkimiz de Hala Yeryüzünde ve Bir Şekilde Birlikteyken!
Charlotte Wells, Aftersun (Güneş Sonrası)
Aftersun, İskoç yönetmen Charlotte Wells’in ilk uzun metrajı olmasına rağmen; özgün tarzı, estetik ve güçlü görsel dünyasıyla oldukça sade, ama bir o kadar da ihtişamlı bir film. İngiliz Bağımsız Film Ödülleri’ne damgasını vuran 2022 yapımı bu film, 90’lı yıllarda Türkiye’nin meşhur tatil beldelerinden biri olan Fethiye’de geçiyor. Başrollerde; özellikle “Normal People” ve “All of Us Strangers” adlı yapımlardaki vurucu performanslarıyla yankı uyandıran Paul Mescal (Calum) ve yeni tanıştığımız ama ilerleyen zamanlarda birçok projede görmemiz pek muhtemel olan Frankie Corio (Sophie) yer alıyor. Aftersun, boşanmış bir ailenin çocuğu olan 11 yaşındaki Sophie ile genç babası Calum’un tam 20 yıl önce beraber çıktıkları son tatile odaklanıyor. Filmi, yetişkin Sophie’nin penceresinden izliyoruz. Yıllar sonra, o tatilden ona kalan video kayıtlarıyla hafızasını yoklarken hem kendini hem de izleyiciyi nostaljik kısa bir yolculuğa çıkarıyor ve babasıyla geçirdiği/geçiremediği eski zamanları hatırlayan herkesin içinde, derinde bir yere dokunuyor. Eğer bir de 90’larda Türkiye’de çocukluk geçirmiş ve filmde geçen şarkılara, görüntülere aşinaysanız Aftersun sizin duygu dünyanızı kibarca nakavt ediyor.
Lütfen kemerlerinizi bağlayın; Spoiler’a geçiyoruz!
Aftersun izleyicisinin önüne, Sophie’nin babasıyla birlikte geçirdiği bir haftalık tatile dair, düşünceden ziyade içinde çok fazla duygu barındıran bir anı defteri koyuyor. Bu tatil esnasında, Sophie’yi 11, Calum’u ise 30 yaşlarında görüyoruz. Aradan yirmi yıl geçiyor ve yetişkin Sophie’nin beyninin limbik sistemi devreye giriyor. Hafızasını zorluyor, bazı anları yeniden ziyaret ediyor ve yorumluyor. Bir yandan, kısa bir süre önce anne olması duygu dünyasıyla ilgili bize tüyolar veriyor ve o da o meşhur tatilden sonra babasının ortadan kayboluşunu daha iyi anlamak için, kendi anılarında bir ipucu arıyor. Charlotte Wells’in büyük ölçüde otobiyografik olan bu ilk uzun metrajlı filmi, bir baba ile kızını birleştiren sonsuz ve koşulsuz sevgiyi çok yalın bir dille tasvir ediyor. Paul Mescal’in şefkatli gülümsemesi ve hüzünlü bakışları, Frankie Corio’nun olgun ama ergen, ciddi ama eğlenceli halleri seyirciyi hemen yakalıyor ve film boyunca da bırakmıyor. Baba-kızın kucaklaşmaları da anlaşmazlıkları da uzun diyaloglarla değil de derin duygularla anlatılıyor. Böylelikle; sıradan görünebilecek her unsur, ‘Aftersun’da büyüleyici ve etkileyici hâle geliyor.
Film, ikili otele varır varmaz başlıyor. Sıradanlık demişken; neredeyse her gün bir önceki ve bir sonraki günün aynısı olarak yaşanıyor. Havuz başı partileri, yüzme, güneşlenme, müzikli akşam yemekleri. Yönetmen bizi 90’lı yıllara usulca ışınlıyor. Hiçbir detayı masaya hunharca yatırmıyor, her ayrıntıyı nezaketle sergiliyor. Sırf bu sebepten dolayı bile, sıradanlığın özgün bir doğallığa büründüğünü söyleyebilirim. Bu rutin içinde, her ikisi de eğlenmeye çalışıyor ve ara ara babanın kızına eğlenmek zorunda olduklarını haykırdığını görüyoruz. Bu da bize Calum’un ruhunun derinliklerindeki çıkmazı ve yaşamla ilgili derdini, depresyonunu biraz hissettirmeye başlıyor. Maddi kaygısının dışında; genç yaşta baba olmanın manevi yükünü, Sophie’ye sahip olmanın saf mutluluğuyla dengeleyemediğine şahit oluyoruz. Yine de film boyunca Calum’un neden bu kadar mutsuz olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Belki de “Kendimi 40 yaşında hayal bile edemiyorum. 30’uma gelebilmeme bile şaşırdım.” repliği, içinde bulunduğu ruh hâlinin en çarpıcı özeti. Filme dair beni en çok etkileyen şeylerden biri, bu tatilin son günleri olduğunun farkında olmasalar da ikisi de bu küçük anların değerli olduğunun bilincinde gibi görünüyor. Bir el kamerasıyla, ortak anılarını ölümsüzleştirmek için birbirlerine zaman ayırıyorlar. Bazen küçük bir an, çok şey ifade eder ya insana; işte bu bir haftalık tatil de bir ömürlük anı hapsediyor bu kameranın ve Sophie’nin zihninin içine.
Yönetmen, lirik bir anlatıma başvurmadan, karakterlerinin günlük hâllerini rapor etmekle yetiniyor ve her şeyi biraz net, biraz muğlak bırakıyor. Bu durum da yine sadeliği incecik bir gizemle harmanlıyor. Yönetmenin bilinçli bir şekilde bıraktığı boşlukları, izleyici buruk bir hüzünle dolduruyor. Ayrıca görüntü yönetmeni Gregory Oke’nin dokunuşları sayesinde de filmin geneline yayılmış yaz renkleri, deniz faktörü, arka planda çalan 90’lı yıllara ait müzikler, ortamın tamamen depresif olmasına izin vermiyor. Bazı melankolik sekanslar, bizi ruhen filmin sonundaki acıya hazırlarken; filmin genel kurgusunda şaşırtıcı olaylara, beklenmedik anlara pek rastlamıyoruz. Wells ve Oke birlikte yarattıkları atmosferle, duygusal iniş ve çıkışları çok dengeli bir biçimde ortaya koyuyorlar. Film sona yaklaştıkça, zaman ve mekânın farklı boyutları birbirine karışıyor. Artık neyin geçmiş, neyin şimdiki zaman olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Wells, seyircinin kendini tamamen bırakmasını amaçlayan bir kaos yaratıyor. Tıpkı bir röportajında da bahsettiği gibi, “geçmişten bir anıyı yâd etmek ve o anının size ne hissettirdiğini hatırlamaya çalışmak yepyeni bir duyguyu beraberinde getiriyor; geçmişteki o anın şimdi sizin için ne anlama geldiği duygusunu.” Filmin sonuna doğru yaklaşırken, artık anlamaya çalışmayı bırakıyorsunuz; kendinizi duygulara kaptırıyorsunuz. Ve üstelik bunu, baba-kızın tatildeki son akşam yemeğinde masada birlikte çekildikleri analog makineden çıkma bir polaroid fotoğraf, fonda Candan Erçetin’den Gamsız Hayat ve kısacık bir diyalog eşliğinde yapıyorsunuz.
“-Tatilin nasıl geçti?
-Çok güzel geçti, keşke daha uzun kalabilseydik…”
Açıkçası, bu filmde izleyici olarak ben de yerimi buldum ve bulduğum bu yeri yönetmenin de özel talebi üzerine, filmi daha iyi hissedebilmek adına sahiplendim. Sonra da kucağımda koskocaman bir özlem duygusuyla kalakaldım. 90’lı yılları, analog kameraları, fotoğrafları, sadece albümler, duvarlar ya da cüzdanların ön gözleri için yakaladığımız kareleri, birçok şeyin daha yalın yaşandığı geçmiş zamanı ve tabii ki küçük Öykü ile canım babamın birlikte yaptıkları tatilleri özledim. Aftersun, hiçbir şey söylemeye çalışmıyormuş gibi yapıp esasında ne çok şey söyledi bana. Resmen kandırıldım. Babama gelince; biz hâlâ aynı gökyüzünün altındayız ve ben de arada sırada 11 yaşındaki Sophie’nin yaptığı gibi gökyüzüne bakıp güneşi görünce, ikimizin de güneşi görebildiği gerçeğini düşünmeye başlıyorum. Ve sırf bu sebepten ötürü bile, mutlu oluyorum.