Johann Sebastian Bach’ın Merhamet Et kantatı, Leonarda da Vinci’nin Kralların Tapınması tablosu, Hamlet, biraz Kierkegaard biraz Nietzsche, çokça sembol, metafor ve karşınızda Andrey Tarkovsky’nin en son filmi, Kurban. İzlemesi zor gözükse de sizi içine çeken hatta dönüp dönüp izleten bir başyapıt. Dönüp izletmesinin nedeni özellikle film boyunca süren monologların ve konuşmaların içeriğini anlama ve düşünme çabası olsa gerek. Tek sefer yetmiyor, filme her dönüşünüzde başka bir noktaya hayran kalmış buluyorsunuz kendinizi.
Film, Leonarda da Vinci’nin Kralların Tapınması tablosunu gördüğümüz sekansla açılır, fonda Merhamet Et şarkısı. Sonraki sekans gazeteci, tiyatro oyuncusu, edebiyat eleştirmeni ve daha birçok alanda çalışmaları olan Alexander’ın sesi olmayan oğlu Küçük Adam ile diktikleri bir ağaçla devam eder. Daha bu sahnelerden filmin inançla ilgili bir sürü sorgulama ve çıkarım yapacağını gösterir Tarkovsky.
Sonra sahneye, eski tarih öğretmeni, sonradan postacı olan Alexander’ın arkadaşı Otto çıkagelir bisikletiyle. Otto’nun film boyunca konuşmalarından kendisinin esasında filmde mantık ve metafizik dünyaları arasında bir köprü niteliği taşıdığını fark ederiz. Hatta filme öyle apar topar, ciddi bir konuyla dalar ki daha ilk dakikalardan düşünür, şaşırır, kalem kâğıdı elinize alıp not alırsınız. Alexander’a dönük yaptığı konuşmada, “Hiçbir şeyi o kadar çok isteme. Hiçbir şey bekleyemeyeceksin. Bu çok önemli. Kişi hiçbir şey beklememeli.” der. Ve sonra devam eder: “Hepimiz bekleriz, bir şey bekleriz. Sahici olanı, önemli olanı bekleyiştir.” der. Konu bir anda Kambur Cüceye ve Nietzsche’nin Zerdüştü’ne evrilir. Tabii bu da tesadüf değildir. Film boyunca Alexander’ın geçireceği dönüşümün sinyalleri verilmektedir.
Otto’nun gidişiyle eve doğru dönüşe geçen Alexander ve Küçük Adam, yolda arabayla gelen Doktor Viktor ki çocuğu sesine kavuşabilmesi için ameliyat ettiğini öğreniriz ve Alexander’ın karısı Adeleide karşılaşırlar. Kısa bir konuşmanın ardından diğerleri arabayla yola devam ederken Alexander ve Küçük Adam yürümeyi sürdürür. Burada önemli birer nokta da Küçük Adam ve sessinin en azından düzelene kadar olmayışıdır. Kralların Tapınması resmindeki bebek İsa ve Küçük Adam arasında bir bağ olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim filmin son sahnesinde “Başlangıçta Söz vardı” diyerek esasında önceden Tanrı’nın Söz’ünün duyulmadığı ve sonradan duyulacağı Küçük Adam ve sessizliği üzerinden anlatılır.
Yalnız kalan ikilinin sahnesi filmde de çokça gördüğümüz monologlardan biriyle devam eder. Alexander, ölüm, ardından da çağın getirdiği teknik ilerlemeler üstüne uzun bir konuya dalar. İşte burada da kâğıt, kalem devreye giriyor, notlar alınıyor. “Ölüm diye bir şey yok. Sadece ölüm korkusu var. Bu dehşetli bir korkudur. Bazen insanlara yapmaması gereken şeyler yaptırır. Ölümden korkmamayı başarsaydık her şey daha farklı olurdu.” der Alexander. Bitti mi, tabii ki hayır. “Teknik İlerlemenin bize getirdiği tek şey konfor oldu. Bir tür hayat standarttı. Ve bir de korumak için gereken şiddet araçları. Vahşiler gibiyiz. Hayır yanlış. Vahşiler maneviyata daha çok önem veriyor.” Ve bu noktada ekrana bakıp kalıyor seyirci, film akıyor, siz düşünüyorsunuz. Ta ki Alexander yanlışlıkla Küçük Adam’ı zarar verene kadar.
Yeni sekansta nihayet eve ulaşıyoruz. Ve bir daha Küçük Adam’la Alexander yan yana gelmiyor. Alexander’ın üvey kızı Martha, karısı Adeleide, iki hizmetli ve Alexander’ın arkadaşları Doktor Viktor ve Otto’yu daha çok tanımaya başlıyoruz. Herkes Alexander’ın doğum günü için bir araya gelmiştir. Hediyeler verilir, yemek masasına oturulur. Bu öyle bildiğiniz şaşalı masalardan değil, oturma düzeni bile garip, insanlar ruhları çekilmiş gibi. Televizyonda ise nükleer savaş çıktığını belirten bir anons. Bu noktadan sonra insanların korkusu iyice gün yüzüne çıkar.
Filmin neredeyse tamamına yakının geçtiği ev sahneleri, tıpkı evin kendisi gibi bir sürü, ayna, süt, armut, telefon sesi vb. semboller ve metaforlarla bezenmiş. Evden ayrıldığımız diğer bir sahnede kendimizi hizmetli Maria’nın evinde buluruz. Maria isminin sizce Hz Meryem’le aynı olması bir tesadüf müdür? Tabii ki değildir. Otto, Alexander’ın Maria ile sevişmesini ve tüm bu kötü olayların bu şekilde sonlanacağını söylerken bir tür arınma ritüeline dönüşür film. Alexander Maria’nın evine gider, annesi ile ilgili anılarını anlatır, bir tür günah çıkartma, Maria’nın döktüğü suyla ellerini yıkar, kutsal su ve sonunda birleşme gerçekleşir. Ama bu daha çok ilahi bir birleşmedir. Sahne değişir, filmin ilk sekanslarında gördüğümüz ve anlamlandıramadığımız boş kırık dökük, enkaz halindeki yerde, bu sefer kaçışan insanları görürüz. Ve sonunda Alexander uyanır. Artık film soluk renkli değildir. Bu nokta gündüz düşünü ya da rüyayı sorgulatır seyirciye. Acaba bir önceki gün gerçekten yaşanmış mıdır?
Film, bu noktadan sonra hızla akar, Alexander kendini feda eder ve sevdikleriyle yaşadığı evi yakar. Sonrasında iki sağlık görevlisi tarafından, zorla götürülür. Ev tamamen küle dönmüştür. Sahne değişir, uzun süredir görünmeyen Küçük Adam’ı Alexander’la diktikleri ağacı sulamaya giderken görürüz. Maria ise bisikletle sağlık görevlilerinin arkasından gitmiştir ama yetişemez. Ve son sekansta Küçük Adam konuşur. Ağzından, yukarıda da bahsettiğim, “Başlangıçta söz vardı.” cümlesi dökülür.
Çok akıcı bir dille yazılmış. Bir an önce filmi izlemek istedim.