İşçisin Sen, İşçi Kal!

 2019 yapımı Üzgünüz, Size Ulaşamadık (Sorry We Missed You), güvencesiz çalışma koşullarını, emek sömürüsünü ve yönetmenin deyimiyle bu sömürünün yalnızca bireyi değil yakın çevresini de nasıl etkilediğini anlatıyor. İşçi sınıfı sinemasının usta yönetmeni Ken Loach, bizi yine derinden sarsıyor.

 Film, mesleki eğitimi olmayan Ricky’nin bir kargo şirketinde taşımacı olarak çalışmak için birim yetkilisi ile yaptığı görüşme ile başlıyor. İşi kendi minibüsü ile yaparsa daha fazla para kazanacağı için karısı Abby’i arabalarını satmak için ikna etmeye çalışıyor. Abby, evde bakım hizmeti veren ve gideceği evlere araba ile gidip gelen bir taşeron işçi. Başta bu öneriyi kabul etmiyor ancak Ricky, birkaç yıl içinde çok daha iyi koşullarda yaşayacaklarına olan inancı ile karısını ikna edip bir minibüs alıyor. İşe başladığı gün, aynı şirketteki şoför arkadaşlarından biri Ricky’ye minibüsün arkasında durması için küçük bir su şişesi veriyor. Böylece Ricky’nin her şeyin daha güzel olacağına dair inancının belki de hiç gerçekleşmeyeceğine ilişkin ilk sinyali alıyoruz. Çünkü su şişesi, Ricky’nin tuvalete gidecek zamanı dahi olmayacağı için, portatif pisuar görevi görüyor.

 Ricky’nin taşıdığı her kargo paketi, bir nevi saatli bomba aslında. Tam zamanında müşteriye ulaştırılmayan her paket için şirkete borçlanıyor. Maddi ve manevi bir zorbalığın içinde canını dişine takan Ricky’nin yanında Abby için de durum farklı değil. O otobüs durağından bu otobüs durağına, bakımlarını üstlendiği insanların evleri arasında koşturup duruyor. Yaşlı ve yatalak hastaların bakımını şefkatle yapıyor. Sakin, uysal ve her şeyi kabullenmiş görünen Abby’nin otobüs durağındaki çaresiz bakışları her seferinde içimize işliyor. Lise öğrencisi asi oğulları Seb ve küçük kızları Liza ile tamamlanan bu çekirdek aileyi, hayatta kalma savaşının tam ortasında izliyoruz. Seb, içindeki isyanı yasa dışı grafitilere dönüştürmek için okuldan uzaklaşıyor. Yaşadıkları bu zor hayatın tek sorumlusunun babası olduğunu düşünmesi yüzünden Ricky ile aralarındaki ilişki yavaş yavaş bozuluyor. Ve bu kırılgan ilişki, Seb’in kışkırtmalarına dayanamayan Ricky’nin sert tokadı ile yerle bir oluyor. Oysa Ricky’nin tek isteği, çocuklarının üniversiteye gidebilmesi. Canlarını dişlerine takmalarına gerek kalmadan, emeklerinin sömürülmediği ve insanca yaşayabildikleri bir dünyanın özlemi içinde.

 İzlediğimiz, sadece bir film değil. Yaşadığımız dünyanın ve hatta şu anda ülkemizin en büyük gerçeği. Gelir adaletsizliğinin zirvede olduğu, emek sömürüsü ile büyüyen, her geçen gün zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olduğu berbat bir sistem. Bırakın birkaç gün tatile gitmeyi, nüfusun büyük çoğunluğu için dışarıda normal bir akşam yemeği yemenin veya
yalnızca bir kahve içmenin bile lüks olduğu bir düzen. Çalışanın bir çırpıda harcandığı, gidenin yerine sömürülecek tonla insanın sırada olduğu bir tımarhane.

 Yaşadığı dünyanın birazcık farkında olan bir insansanız, Ken Loach’un isyanı size hiç yabancı gelmiyor. Ken Loach, bir işçi çocuğu. Belki de bu yüzden her filminde bu kadar iyi anlatıyor bu zorlu yaşamları. Filmi bir sürü duygunun içinde oradan oraya sürüklenerek izliyorsunuz. Ricky’nin fiziki ve mental sınırlarını zorlayan çalışma hayatı, Abby’nin çaresiz sükûneti, Seb’in dünyaya isyanı ve küçük Liza’nın ailesini bir arada tutmak için kendince gösterdiği çaba. Bu küçük aile gibi daha milyonlarcasının dünyanın her yerinde farklı bir yaşam savaşı verdiğini düşündükçe göğsünüz daralıyor.

 Ken Loach, filmin minicik tebessüm anlarını dahi derin iç çekişlerimiz ve isyanımızla sarıp sarmalıyor. Gözlerimizi ayırmadan izlediğimiz film biterken direksiyonda gözyaşlarına boğulan Ricky’ye sıkı sıkı sarılıyoruz.

Yorum bırakın