Çift Çizgi

 Klozette oturmuş bekliyordu. Bildiği  duaları okuyor ancak  sonunu getiremiyordu.  Parmağının ucunda tuttuğu beyaz çubuk, birkaç dakika sonra hayatının yörüngesini belirleyecekti. Çaresizlik anlarının değişmez gerçeği olan akreple yelkovan,  ant içmişçesine milim milim ilerliyordu. İlk çizgi hemen oluşuvermişti. Belirleyici olan ikinci çizgiyi bekliyordu Öznur. Gözlerini kapattı. Tekrar açmaya cesareti yoktu. Bir süre öyle bekledi. İçinden saymaya başladı. Akreple yelkovan ne kadar yavaş ilerliyorsa o da aynı ağırlıkta sayıyordu. Yüz yetmiş sekiz, yüz yetmiş dokuz, yüz seksen… Göz kapakları yavaşça birbirinden ayrıldı. Elinde duran çubuğa doğru başını eğdi. İki kırmızı çizgi gözlerinin yeşiline yansıyarak duruyordu parmak uçlarında.  Öznur için acı gerçeğiyle yüzleşme zamanıydı. “Allahım ne kadar aptalım, lanet olsun, ne yapacağım ben şimdi!” diye diye başına bir sağdan bir soldan vurmaya başladı. Evinde olsa cam, çerçeve ne varsa indirecekti belki. Şimdi, eczaneden çıktıktan sonra bulduğu ilk alışveriş merkezinin umumi tuvaletinde oturmuş, kendine zarar vermekle yetiniyordu. Kapı birkaç kez tıklanmış, “ Doluuu!” diye bağırmıştı öfkeli sesiyle. Dış dünyaya dönmek istemiyordu. Elinde beyaz çubukla mıhlanmış gibi klozette oturmaya devam etti. Kovboy botlarıyla yerdeki siyah karolara ritim tutuyordu. Biraz daha beklerse çubuğu klozetin içine atıp sifona basacak, gerçekler de suyla birlikte akıp gidecek, kapının ardına tertemiz çıkacakmış gibi bir his kapladı içini. Dizleri ritim tutmaya devam ederken kafasına üşüşen düşünceler ayrı notalarda detone olmaya devam ediyordu. Çubuğu klozetin yanındaki çöp kovasının üstüne koydu. Kapının arkasına astığı küçük, spor sırt çantasına uzandı. İçinden en yakın arkadaşı mavi kapaklı defterini çıkardı. Defterin kapağında “ Hayat Kısa Kuşlar Uçuyor” yazıyordu. Kuşlar da eşlik ediyordu yazının etrafına. Kapağı eliyle okşadı ve kaldığı sayfanın arkasını çevirdi. Dizi ritim tutmayı bırakıp diğer diziyle birleşti. Defteri bacaklarının üstüne yerleştirdi. Mavi pilot kaleminin kapağını ağzıyla açtı. Bedeni deftere eğildi. Kocaman harflerle başlık attı.

“ÇİZGİLER”

 Hayatımız çizgilerden ibaret. Öldüğümüzde kalp atışımız durur, ekranda tek düz çizgi belirir. Yaşamın başlangıcını ise çift çizgi belirler. Tek çizgi yokluğun çift çizgi var oluşun habercisidir. Okul dönemimiz defterlerimize çizgiler çizerek başlar. Hayatta yolumuzu belirlediğimiz çizgimiz olur. Birini hayatımızdan çıkardığımızda üstüne bir çizik attık deriz. Kısacası yaşamın başını ve sonunu çizgiler belirler. Çizgiyle başlar, çizgiyle yok olur hayat maceramız. Çift çizgiyi karşımda görene kadar yaşama hiç bu bakış açısıyla bakmamıştım. İşte tüm gerçekliğiyle önümde duruyor. İçimde yeşerecek canın ilk habercisi çift çizgi… Yeşerecek mi gerçekten? Ben bir günah çocuğuyum. Aynı aptal hataya nasıl düştüm? En korktuğum şeyden, peşimi bırakmayan acı geçmişimden kurtulamazken, nasıl bu girdabın içine girdim?  Annem mi çizdi bu kaderi? Bilemiyorum. Bilemedikçe de delireceğim. Lanet olası çizgiler… Söylesenize kuşlar, ben şimdi ne yapacağım? Anneme gidemem. Gitsem de konuşamam. Ben de senin gibi hayatımı yok etmek üzereyim diyemem. Halam… Ah halacım… Yaşasaydı bir tek ona anlatabilirdim. Anneme de sahip çıkan o olmuştu.  Hayır, içimdeki bu canlıya hayat veremem ben. Babaannem “ Sen bir günahın bedelisin, seni terbiyeli yetiştirmek bana düşer.” diyerek beni annemin koynundan üç aylıkken almış, süt kokulu ağzımla… Yeminler ettirmişti bana, evlenene kadar hiçbir erkekle yakınlaşmayacaktım. Öyle de oldu. Baba olma vasıflarından uzak adam yüzünden nefret ettim tüm erkeklerden. Peki, şimdi… Nasıl inandım o serseri bozuntusu Kürşat’a? Nasıl teslim oldum ona, iğrenç kokan yatağında? Ahhh anne, sen de mi böyle hissettin? Sen beni aldırmaya geç kalmışsın. Öyle demişti halam. Seni o götürmüş muayeneye. Çoktan on bir haftalık olmuşum diye almamışlar beni, senin bedeninden. Ben aynı hatayı yapmayacağım. Senin günahının bedelini ben ödedim. Aynı bedeli kendi çocuğumun ödemesine izin vermeyeceğim. Bu zinciri kırmak da demek benim görevimmiş. Çocuğum mu dedim? Hayır, ben çocuk falan istemiyorum. Kürşat’a söylemem bile. Kim bilir koynunda şimdi hangi kadın vardır? Beni hatırlayacağından bile emin değilim. Peki, ben ne yapacağım? Kimden yardım isteyeceğim? Şimdi gitsem, annemin kucağına koysam bu çubuğu, ne diyecek? Hiçbir şey. Ne diyebilir ki… Yıllardır pencerenin önünden dışarıyı seyretmekten başka ne yapıyor? Lanet olsun…

 Kapı tekrar tıklandı. “ Ne var be ne var? Bi rahat vermediniz şurada işimizi yapalım.” dedi Öznur. Kapıyı açsa, karşısına çıkan ilk kadına sarılacaktı. Öyle hissediyordu. Kırmızı çift çizgili çubuğu tuvalet kâğıdına sardı. Klozetin kapağını kaldırdı. İçinde kaybolup gitmesini izlemek istiyordu. Midesi bulandı. Öğürmeye başladı. Dizlerinin üstüne çöktü. Kustukça kusuyordu. Annesini, babasını, babaannesini, Kürşat’ı, kaderini… Kusacak bir şeyi kalmayınca kalktı dizlerinin üstünden. Çubuğu da attı içine. Hınçla bastı sifona. Basınçla gelen suyun içinde, dönüşünü izledi. Çubuk kusmukların içinde dans ediyordu. Suyun akışı durdu. İçinden akan pislikler yok olmuştu. Çubuk gitmemişti. Üstüne sardığı tuvalet kâğıtları erimişti. Tazyikli su, iki kırmızı çizgiyi eritmeyi başaramamıştı. Salınıyordu deliğin ortasında bir o yana bir bu yana. Onu orada bırakamazdı. Çantasının içinden eline geçirecek bir şey aradı. Eczanede çubuğu koydukları poşete değdi eli. Hızlıca eline geçirdiği poşetle kavradı çubuğu. Öğürmeye başladı tekrar. Kusacak bir şeyi kalmamıştı içinde, mide öz suyundan başka. Titremeye başladı. O ana kadar akmayan gözyaşları, tuzlu suyuyla yol çiziyordu yanaklarından, açık gerdanına doğru. Poşete geçirilmiş günahının delili elinde, sırtını kapıya dayayarak oturdu siyah karolu yere. Bacaklarını uzattı. İçine sığamadığı gibi içinde bulunduğu bir metrekarelik alanın içine sıkışmıştı. Kafasını geriye doğru kapıya vurmaya başladı. “ Neden, neden…” diye bağırıyordu. Hıçkırıkları umumi tuvaletin duvarlarında yankılanıyordu. Aynada saçını düzeltip makyajını tazeleyen kadınla, ellerini yıkamakta olan kadın endişe içinde birbirine baktılar. Kapıya doğru yönelip seslendiler. “ Hanımefendi, iyi misiniz?” Öznur onları duymuyordu. Kafasını kapıya vurmaya devam ediyordu. Ağlaması ağıta dönmüştü. Birbirini tanımayan bu iki kadın korkmaya başladı. Orta yaşlı olanı: “Hanımefendi lütfen yardım edelim.” dedi umutsuzca. Öznur bu kez sese tepki verdi. “ Kimse bana yardım edemez, kaderimi kimse değiştiremez, beni rahat bırakın!” diye bağırdı. İki kadın aralarında sessizce konuşarak güvenliğe haber vermekte karar kıldılar. Endişeleri ortaktı. Öznur’un sesi duyulamayacak kadar  derinden geliyordu. Ne dediği anlaşılmayan mırıltılar duyuluyordu. İçerisi meraklı kalabalıkla dolmuştu. Genç kadın, yanında güvenlikle içeri girdi. O sırada orta yaşlı kadın, Öznur’u konuşturmaya, kendince dikkatini dağıtmaya çalışıyordu. İçeriden gelen ses kesilmişti. Öznur, bacaklarında sıcaklık hissetti. Kafasını belinden aşağı indirdiğinde yayılan  kanın kapının dışına doğru yol aldığını gördü. Yüzüne belli belirsiz gülümseme yerleşti. Bir elindeki çubuğa bir de uzayıp giden kırmızılığa baktı. Gözleri kararmaya başlamıştı. Kapının dışındaki kadınlar aralarında  Öznur’a hikâyeler biçerken, güvenlik görevlisi kapıyı zorluyordu. Onun yerde uzanmış bedeni, izin vermiyordu içeri ulaşılmasına. Öznur yerdeki kana işaret parmağını batırdı. Duvara büyük harflerle “ BİTTİ” yazdı…

Yorum bırakın