Leopar baskılı sabahlığın örttüğü bacaklarını kollarıyla sıkı sıkıya sarmış, başı omuzlarının arasına gömülü. Uzaktan bakıldığında bir kaktüsü andırıyor. Beş köşeli taç çiçeğiyle bir leş kaktüsünü! Zaten ortalığı da bir leş kokusu tutmuş.
Kadının ve sırtını dayadığı duvarın, etekleri yerde birikmiş lacivert kadife perdenin, avizenin kristal taşlarında kırılan solgun ışığın, duvarlara resmedilmiş tombul mavi bulutların, fistolu eteğin etrafında fırdöndüğü beyaz bir beşiğin, yeni göceklenmiş ekinlerin içinden kollarını iki yana açmış bir oğlan çocuğu fotoğrafının, süt mavisi halının, altın renkli tüyleri ve tabii ki çizgileriyle bir köşeden beşiği gözleyen Bengal kaplanının karşı duvardaki boy aynasında çoğaldığı bir oda bu.
Ağırlaşan göz kapakları ve kulağındaki garip uğuldamanın uzak karanlıklara çektiği genç kadın gözünü açtığında kendini yazlıktaki evinde sanıyor. Aylardan eylüldür… Ağır kadife perdelerin arasından pencerenin koluna ulaşıyor, diğer eliyle de camın içine abanıyor, ayağa kalkıyor. Görmeyi beklediği denizin güz mavisi yerine, grisi gittikçe kararan bir gökyüzüyle karşılaşıyor.
Koku baskın, oda çok havasız. Birden ağzına dolan acı suyu öğürüyor. Otobanla arasında, üstünde son seçimden kalma parti afişleri olan çirkin gürültü bariyerleri var. Çocukluğunun bütün neşesiyle ona bakan diğer oğlunun resmine takılıyor gözü.
Ve birden hatırlıyor…
* * *
Gözleri en fazla da benim üstümde duruyor. Tam karşımda oturan adam, orada benden başkası yokmuş gibi dikmiş üstüme gözlerini. Öyle olmaması için ne kadar uğraşırsam uğraşayım yakalıyor beni bakışları. Israrcılığı karşısında yanaklarım alev alıyor, nefesim sıklaşıyor…
Kaldırılan kadehlerin sonu gelmiyor gibi, konuşma üstüne konuşma yapılıyor. Senenin medya -yayın- dijital platformlar ile ilgili reklam alanında en iyisi seçilen şirketimiz ve kocam bu ilginin odağı. Elindeki ödülü bana doğru kaldırıyor, “Başarımın arkasındaki kadına, karıma…” diyor. Alkışlar alkışlar…
Koca masada bir tek o alkışlamıyor. Karşımdaki adam! “Başarının arkasındaki kadın falan değilim ben, başarının kendisiyim,” diye haykırmak yerine, kadehimi kocama kaldırıyorum belirgin olmamasını dilediğim bir hoşnutsuzlukla. Oysa yaratan benim. İşyerindeki bir masalık odamda üretiyorum ben. Sense Cengiz Bey, duvarlarında Devrim Erbil’in şehirleri asılı ofisinde dünya ile sohbetleşiyorsun önündeki ekrandan. Yaratıcılığa kafa tutan sıkıcı toplantılar yapıyor, bir iş, bir iş daha bağlıyorsun… “Ben bir oğlanı arayayım,” bahanesiyle balkona çıkıyorum.
“Sizi görmek isterim. Aramanızı bekleyeceğim.” Aynı adam! Sigarasından derin bir nefes alıyor ve tekrarlıyor. “Sizi görmek isterim.” Peşimden gelmiş! Fütursuzluğuna inanamıyorum.
“Ne cüretle?” diyorum ve içeri giriyorum.
“Ağladın mı sen?” diye soruyor yavaşça kocam. Öfkelenince ağladığımı bildiğinden…
“Aldığın ödül beni duygulandırdı da…” diyorum. Kulağıma eğiliyor, ben yine ve ahmakça “aldığımız ödül” diye fısıldayacağını umuyorum bir an için. “Öyle olup olmadık zamanda kalkıp gitme, kaybolma bir daha,” diyor.
* * *
Kim bilir hangi kadının koynundan çıkıp geldiğinin hesabını vermemek için kapıları vurarak dolaştığın geceler… Suskunluğa bürünen ben! İkimizin bir arada olduğu o boğucu atmosferden uzak durmanın en iyisi olduğunu anlayan oğlum!
Babası evdeyken benimle arasına beton bir duvar örüyor. İçgüdüsel olarak yapıyor bunu…
“Bir sabah bir uyanacaksın ki Kalahari Çölü kadar kurusun…” diyen repliği yıllar önce izlediğim bir filmin, baştan ve baştan usuma düşüyor tek başına bırakıldığım bu evlilikte.
“Bir sabah bir uyanacaksın ki Kalahari Çölü kadar kurusun…”
Ve senin yokluğunda karanlıkla sevişen tenim!..
O gece ziyafet masasına, benimle kocamın arasına bırakılmış kartvizitteki telefon numarasını aramamak için nasıl da direnmiştim! Seni kırmayı çok istedim Cengiz… Kaçamak saatlerde duyduğum o anlatılamaz haz, önceden aldatılmışlıklarım yüzündendi en çok da.
Kapandığımız o küf kokulu soğuk pansiyon odasında, deli dalgaların sığındığı o koydaki… “Kendini toparla!” diye kendimle konuşmalarım… “Kocanın kulağına giderse çocuğundan olursun.”
Oldum!
Her cuma aynı karnavalın yaşandığı tezgahların arasından, sıkış tıkış bir insan kalabalığının içinden ilerliyoruz.
“Ya anne,” diye söyleniyor oğlan. “Kollarım koptu taşımaktan!”
“Bütün kış yerken iyiydi değil mi oğlum domatesli spagettini?” diye cevaplıyorum. “Şu halimle bana taşıtmayacaksın herhalde o poşetleri!”
Doğumuma çok kalmamış. Koca karnımla bana yol açarak yürüyor önümden çocuğum. Başı sık sık arkada, iki de bir kontrol ediyor beni. Onun bu ergen telaşına, korumacı tavrına gözlerim doluyor. İyi bir insan yetiştirdiğimin ayrımına varıyorum. Her şeye rağmen…
On dört yıl sonra hayatımıza giren bu bebek en çok da abisini heyecanlandırıyor. Dönüştüğüm mutlu ev kadını halimden en çok da çocuğum hoşnut…
* * *
Bir sabah kapımı çalan bir kuryeden gelen zarfı açıyorum. Kocamdan! Üstünde “Sen bilirsin!” yazıyor.
Zarfın içinde siyah beyaz fotoğraflar var. O küf kokulu pansiyon odasından… Anlamam zaman alıyor. Bir oldu bittiye getirdiğini beni, anlamam zaman alıyor!
“Test yaptıralım, yalvarırım… Ya bebek seninse!” diye ağlıyorum. “Değil!” diyor. Suratıma çarpıyor elindeki gen testinin sonucunu. Apar topar bu eve taşıyor beni. Otobanla arasında, üstünde son seçimden kalma parti afişleri yapıştırılmış gürültü bariyerleri olan…
Sık sık sokağı gözleyenlerin yalnızlığında bir yalnızlıkla baş başayım.
Sık sık sokağı gözlüyorum…
* * *
“Benim haberim olmadan çocuğumu nasıl İsviçre’ye yollarsın?” diye ağlıyorum.
“Sen piçini büyüt!” diyor. “Oğlunu unut!” Mahkeme üstüne mahkeme açıyorum, velayet davası, benim olanları geri alabilmek için de ayrı bir dava…
Bebeğin her yediğini kusuyor olması var bir de. Doktor doktor dolaşıyorum. Eşim dostum bu ayrılığa bir mana vermiş değil! “Kızım, tekkeyi bekleyen çorbayı içer; neden terk ettin evi böyle ansızın yumruk kadar bebekle?” diyor kayınvalidem.
Fotoğrafları çocuğuma göstermekle tehdit ediyor beni. Çaresizliğin sürüklediği o yerdeyim artık! Öfke bile duymuyor olmam o yüzden!
Açtığım bütün davaları geri çekiyorum.
Bebeğimin çok hasta olduğunu öğreniyorum tam da o aralar, güneşli bir temmuz gününde. “Beslemeyin,” diyor doktor. “Mümkün olduğunca az emzirin, az yedirin… 13,5 kiloya ulaşırsa tedavi şansınız hiç kalmayacak…”
Hiç konuşmadan bile anlaştığım bir dostumlayım. Saçma sorularla beni yormuyor… Niyesini sorgulamıyor? İrsi midir ya da hamileyken ne yediğim, içtiğim; kendime sormaktan usandığım sorular?
“Dünyanın sonu partisi mi yapıyoruz Elâ burada? Haydi yüzün gülsün biraz.” Bir şişe rose çıkartıyor dolaptan.
“İçine doğduğum ayrıcalıklı hayat için şükretmek hiç aklıma gelmediğinden… O da vardır herhalde ödediğim diyetin içinde?” diyorum. Saçmalamamamı söylüyor.
“Benim yüzümden!” İki adımda yanımda bitiyor. Bir elim avuçlarının arasında…
“Kendini suçlamaktan vazgeç,” diyor. “Öyle olmadığını sen de biliyorsun. Hastalık bu. Olacağı varmış.”
“Çocuk Cengiz’den değil!” diyorum pat diye.
Sığındığım son kalenin de düştüğünü, bakışlarından anlıyorum.
SMA’LI BEBEĞİ ÖLEN ANNE İNTİHAR ETTİ
ESKİ EŞTEN YÜREK BURKAN PAYLAŞIM
Olay, İstanbul Gayrettepe’de dün akşam saatlerinde meydana geldi. Reklam sektörünün tanınmış simalarından Cengiz K’nın bir süre önce boşandığı eşi Ela T., hasta bebeğinin ölümü üzerine girdiği bunalım sonucu, oturduğu apartmanın beşinci katındaki dairesinden boşluğa atladı. Olay yerine çağrılan polis, daha önce Sma Tip 1 teşhisi konan bebeği beşiğinde ölü buldu. Yapılan ön incelemede bebeğin birkaç gün önce öldüğü tespit edildi.
Bebeğin babası olan eski eşin sosyal medya üzerinden yaptığı yürek burkan paylaşımda…