Yarını Yazan Adam

Hayatını planlı yaşamayı sevdiğinden olsa gerek sol bileğine İsviçre malı bir saatin dövmesini yaptırmıştı. Attığı heradımın arasının kaç santimetre olması gerektiğini bilir, yediği lokmadaki protein, karbonhidrat, şeker ve yağ miktarınıelindeki kaşığın brüt ağırlığından hesaplar, hava durumuna bakmadan dışarı çıkmazdı. Böyle insanların kaderle bilekgüreşine tutuşmuş olmaları onları biraz çekilmez bir hale getirirdi. Her gece iki şişe melatonin sentezi takviyesini mideyegömmeden yatağa giremezdi. Karısını azarladıktan sonra onu kapı dışarı edip yatak odasına kimseyi almazdı.
 
Eline kalemi kâğıdı alıp “yarının kader günlüğü”ne iki satır karalamak istedi. Torunlarını sünnet ettirecekti. İkiz torunsahibiydi. Düğün konvoyuna dahil edilecek arkadaşlarının listesini hazırlıyordu. Genç yaşta torun sahibi olmuştu. Kırkbir yaşındaydı. Amatör dağ bisikletçisiydi. Kendi gibi oğlu da yirmi yaşında evlenmişti. Kafasında oluşan gel gitdüşünceler yüzünden yarının planını yaparken, sünnet düğünü ile dağ bisikleti sürüşünü birbirine karıştırdı ve bir hatayaptı. Yarını hesap ediyordu, yarını düşünüyordu, yarını yazıyordu, yarını kurguluyordu. Aslında yarın içinendişelenmemesi gerektiğini, geleceği tasarlama işinin yüklenicisinin kendisi olmadığını bilecek yaşta ve deneyimdeolmasına rağmen, sabah vaktinden akşamın geç saatlerine kadar olacakları teker teker not etmeye başlamıştı. Torunlarınsünnet düğünü bir ay sonraydı, yapmayı planladığı bisiklet sürüşüyse yarındı. Yarının kader defteri adlı güncesine ertesigünün sözde kaderini yüklemeye çalışırken, zihnindeki zaman dengesizliği, sünnet düğünündeki sıralamayı da olduğugibi ertesi güne aktarmasına neden olmuştu.
 
İçtiği hormon likörlerinin etkisi altından kurtulduğunda çevresine bakındı. Gün doğmak üzereydi. Taytını ve pedlibisikletçi şortunu giydi, kablosuz kulaklığını kulağına taktı, havası inik lastiklerinin basıncını arttırıp kaskını aldı. Keltepekayak merkezine gidecekti. Zonguldak yolu üzerindeki Pirinçlik mahallesine kadar on kilometrelik bir düzlük onubekliyordu. Ardından on sekiz kilometrelik, otuz derecelik eğimleri olan zor bir rampa önünde uzanacaktı. İki bin rakımlıbir dağa tırmanacaktı. 18-25 arası ergenlik nöbeti deliliği şubesi hâkimi olduğundan, makam aracıyla bu yolu çok defaturlamıştı.
 
İnançsız bir insan sayıyordu kendini, dün yazdığı satırların bire bir aynısının bugün de yaşanacağını düşünüyordu.Kendisiyle gurur duyardı. Ne dediyse olmuştu. Ne istediyse elde etmişti. Defterine bir gün önce ne yazdıysa ertesi gün deaynı şeyler olmuştu. O, kendine göre küçük dağları yaratan, haşa, mikro tanrı gibi bir şeydi dünyasında. Blanet 08gezegeni baş valisinin koruma müdürüne fırça atmaktan tutun da ötegezegenler idari yapısındaki bağlı kuruluşlarınamirlerini hizaya sokmaya kadar, dostlarına anlatmaktan zevk alacağı bir sürü özgeçmiş detayı biriktirmişti.
 
Koyu yeşil bir ormanın ürpertici derinliği içinde pedal çevirirken, kablosuz kulaklığındaki ritimli dans müziğininağaçların diline dolanmaması için telefonunu kapattı. Ses kesildi. Şimdi birinci viteste attırıcıya çarparak ses çıkaranzincirin düzenli tıkırtılarından başka bir ses duyulmuyordu. On sekiz kilometrelik yokuşun ortasında yorulup zikzaklarçizmeye başladı. Soluklanmak için değil de uyuşan baldırlarını rahatlatmak adına ayakta pedal çevirdiğinden olsa gerek,durakladı. Uyuşan bacaklarındaki kan dolaşımının düzene girmesi için ileri geri yürümeye başladı. Bu yol ileride KeplerGözlemevi’ne ve Süper Kütle Kanyonu’na bağlanıyordu. Kayak merkezindeki düğün salonuna vardığında kendine soğukbir şekerli içecek ısmarlayıp terli üstünü değişecekti. Susamış ve yorulmuştu. Akan sümüğünü sağ bileğindeki bafa silip,yanından usulca geçen bir kaplumbağanın kabuğuna isabet edeceğini düşünmeden bir tükürük savurdu sonra yolunadevam etti.
 
Dün yazdığı satırları düşünüyordu. Yarını yazarken o ana kadar olan ve hesap ettiği her şey, sırasıyla hayata geçmişti.Kendi kendine:
 
“Bunlar nasıl olabiliyor?” diyordu. “Bu saatte sümüğümü sileceğimi, saçtığım tükürüğün tıpkı dün yazdığım gibi şukaplumbağanın kabuğuna isabet edeceğini, yorulup zikzaklar çizeceğimi nasıl bilebiliyorum? Kendime inanamıyorum.Eskiden böyle değildim ben. Hep beklerdim. Bir işaret beklerdim. Bir ses olsun isterdim. O zaman yola çıkardım. Amahâkim olduktan sonra değiştim ben.”
 
Zirveye varmıştı. Doping katkılı tek lokmalık bir atıştırmalığı ağzına atıp, hâkimi olduğu şubeyi ilgilendiren adli bir vakaaradı çevrede. Yüksek yargıçlar komitesi baş hâkiminin görevde kalması için gereken çoğunluğun sağlanması onunbulunduğu konuma tahsis edilen üç oya bağlıydı. Üç oy insanı darağacından alır, sürgüne gönderir, baş tacı yapardı.Yapay şehirlerin insanları onun iki dudağının arasından çıkacak tek söze bakıyordu. O, ulu biriydi. Kimse onun eline sudökemezdi. O, yarını yazan adamdı. Defterine karaladıklarının bire bir aynısının olmaması ihtimali, onun, insanlarıngeleceklerine hükmetmesini gerektiriyordu. Güneşi kuzeyden getiremiyordu, koyu karanlık bir Blanet 08 sabahında.Güneş her zaman olduğu gibi güneyden doğuyordu. Pus her yanı sarmıştı. Hayaller ölmüştü. Kilitli ve hastalık sarmışnöronların işlevsiz kıldığı karanlık beyinler, bir robot gibi, zombivari sabitlerle insanlığa hükmediyordu. O, bugezegendeki en etkili insanlardan biriydi.
 
“Yarının defterinin sayfaları dolmak üzere,” dedi. “Bir insanı daha mutsuz etmeliyim. Karar defterine atacağım bir imzayabakar. Zaten insanlar korkuyorlar. Korkan bir insanı hizaya getirmek çok kolaydır.”
 
Defterine yazdığı satırları hatırladı. Video günlüğüne kaydetmek için kamerasının kayıt düğmesine bastı. Yokuş aşağı ellikilometre hızla inerken yüksek rakımın esintisi terli üstüne dondurulmuş demir çiviler saplıyormuş gibi hissettirecektikendisine. Tırmanış dört saat sürmüştü. İnişse otuz dakika bile sürmeyebilirdi. Yarının defterine yazdığı satırlarda her şeyvardı. Ortalama hızı, bir su hendeğinden atlarken dişli pedaldaki keskin kenarların ayak tabanına batması, hangi virajdansonra ayakta yol alacağı gibi şeylerin tamamı yazılmıştı. Hayvan barınağını ve hidroelektrik santralini geçene kadarolanları net bir şekilde çizmişti. Zirvede dönmeye başlamıştı. Selenin ayarıyla oynadı on santimetre kadar. Dünyazdıklarını düşündü. Bir şey eksik gibiydi. Telesiyej tellerine tünemiş bir grup kuzgun, gaklayarak ona bakıyordu.
 
“Ama ben bunu yazmamıştım dün,” dedi. “Bu kuşlar da nereden çıktı?” Kışt yaptı, bağırdı, el hareketiyle kaçırmayaçalıştı kuzgunları, yerden taş alıp hırsla fırlattı. “Gidin başımdan aptal kuşlar,” dedi. “Sizin burada olmamanız gerekiyor.Dün sizinle ilgili bir şey yazmadım ben. Defolun başımdan!”
 
Kuşlar kaçmadılar, gitmediler, aldırmadılar da. Sanki kıs kıs gülüyorlardı içlerinden. Büyük olanı devasa kargaburnunuandıran gagasıyla, her biri yel değirmeni pervanesi kanadını andıran tüylerini havalandırmaya başlamıştı. Diğerleri yinegakladığında, hâkime acı bir bakış attı büyük olanı. Çok korktu. Kendini yalnız ve çaresiz hissetmişçesine etrafınabakındı. Hava kararıyordu. Uzaktan sağanak yağmur ve fırtına taşıyan yüklü bulutlar öbek öbek üzerineçullanacakmışçasına o tarafa doğru yarış ediyorlardı.
 
“Ama ben bunları yazmadım ki,” dedi. “Şimdi beklemeliydim. Zirvede torunlarımla buluşacaktım. Şu düğün salonundaonları sünnet ettirecektim ben.”
 
Bekledi. Düğün konvoyuna ait bir ses duymak istedi. Araç sesi, korna gürültüsü, motor uğultusu yoktu çevrede. Dün,yarını yazarken bir hata yapmış olabilir miydi? Sünnet düğününün ne zaman olacağını düşünmeye çalıştı.
 
“Bugündü!” dedi. İçini bir korku kapladı. Karanlık göğe baktı. Kuzgunlar yine aynı tehditvari bakışlarla gaklıyorlardı. İlkdefa bir hata yapmıştı. Daha doğrusu ilk defa dün yazdığıyla bugün olanlar birbirleriyle eşleşmiyordu. Bu nasıl olabilirdi?O, yarını yazan adamdı. Yarını yazan adamlar kaderler, hayatlar, hikâyeler, düşünceler ve gelecek üzerine etki edenkimselerdi. Onun gibi olan diğerleri de onunla aynı durumdalardı. Şimdi kendi gibi olanların da yüzüne bakamayacaktı.Ne diyecekti? “Yazdığımla yaşanan farklıydı. Kader yazdığım gibi olmadı,” diyecekti arkadaşlarına? Bu utanılacak birşeydi. Belki rütbeleri sökülecek, unvanından olacak, saygınlığı zedelenecekti. Uzaklaştırma bile alabilirdi.
 
Düğün salonuna baktı, telesiyej tellerine tünemiş kuzgunlara baktı, sonra yüklü yağmur bulutlarına baktı. Gitmekistiyordu. Ama giderse dün yazdıkları yaşanmamış olacaktı. O defterde önce bisikletle dağa tırmanacağı, ardındanzirvedeki düğün salonunda torunlarıyla buluşacağı, sonra sünnet düğününde oynayacağı yazılıydı. Kuzgunlar yoktu.Korku yoktu. Panik yoktu. Endişe yoktu. Şimdi bunların hepsi vardı.
 
İki saate yakın bekledi. Kimse gelmedi. İki saat iki dakika gibi geçmişti. Aklına o anda bir şey geldi. “Dün yazdığımyazıyı silebilirim,” dedi kendi kendine. “Düğün kısmını çıkarabilirim. Kuzgunları ekleyebilirim. O zaman kimse benimyarını yazamadığımı anlamaz.” Acele etmeliydi. Dünün yarınını değiştirebilmek için gece saat on ikiye kadar süresi vardı.Tıpkı saat on ikide arabası balkabağına dönüşen prenses masalında olduğu gibi, yarının yarınına etki edebilmek içininsana yirmi dört saatlik bir süre verilmişti. Aceleyle bisikletine atladı. Kuzgunlara veda edip, yağmura yakalanmadan,hızla yokuş aşağı sürmeye başladı. Makam konutuna gittiğinde ilk işi, yaşanmayan olayları dünün tarihinden silmekolacaktı. Bunu yapması gerekecekti. Bir yerde bir zaman haritası karmaşası yaşanmıştı. On sekizinci viteste hızla aşağıiniyordu. Sağ şeritte hızla yokuş aşağı iniyordu. Karşı şeride geçmek için içinde dayanılmaz bir arzu vardı. Neredeysefrekans duyargası antenini açıp, kendisini almaları için bir komut dizini oluşturacaktı. Acele ediyordu. Çok aceleediyordu. Derhal eve dönmeliydi. Derhal o defterdeki dünün yaşanmayan yarınındaki düğün detaylarını silmeliydi. Bunuçok istiyordu. İstedikçe hızlandı. İstedikçe pedala abandı. İstedikçe mtb tekeri daha hızlı dönmeye başladı. Şeritdeğiştirmek güvenli değildi. Karşı şeritten önüne aniden bir araba çıkabilirdi. Bunun olmasını istemiyordu. Ama şöyledüşündü. “Böyle bir şey olamaz. Çünkü dün böyle bir şey yazmadım ben.” Düşüncesinde haklıydı. Dün hızla aşağıinerken karşı şeride geçse bile önüne aniden bir taşıt çıkacağıyla ilgili bir yazı yazmamıştı. O halde hızına ve şerit ihlaliyapmaya da aldırmadan pedala yüklenebilirdi. Bunu yaptı. O kadar hızlı iniyordu ki, fren balataları aşırı ısınmadan lavkırmızısına dönmüştü. Yüzünün kılcal damarlardaki kan, yarış mavisi rengini almıştı soğuk esintisinden.
 
Gidon demirine çenesini yaslayıp paralel kadro borusuna kadar eğildi, rüzgâr direncini kırmaya çalıştı. Mucur birikintisiüzerinden geçerken arka tekerin yalpa yapa yapa kaydığını hissetti. Kontrolü yeniden ele aldığında, sürüş halindeykenaklına bir şey takıldı. Sürüş esnasında farklı bir konu hakkında düşünmek, ancak amatörlerin yapabileceği bir hataydı.Gözlerinin önüne perde inmiş gibiydi. Şerit gözetmiyordu, hızına aldırmıyordu. Neredeyse bariyerleri aşıp uçurumdandüşecek gibi oldu bir keskin virajda. Aklında ne vardı? Kim bilir? Kendine ve yazdıklarına güveniyordu. Ne sağ ne solşeritten önüne bir araba çıkmayacaktı. Üzerinden atlanması gereken bir kedi, bir köpek, bir sincap, bir kaplumbağadaçıkmayacaktı. O halde düşünmeye devam edebilirdi. Sürüşe odaklanmak zorunda değildi. Zaten ne düşündüğü hakkındada en ufak bir fikri yoktu. Aklı başından gitmişti. Kendi zihnini sarhoş eden bir fikirdi işte…
 
Pirinçlik mahallesi düzlüğüne varmasına son beş viraj vardı. Dört, üç derken virajlar tükeniyordu. Yola odaklanmayıtamamen bırakmıştı. Tek eliyle gidonu kontrol ederken, neredeyse doksan derecelik bir keskin dönemeci arkasındabırakmıştı. İşte her şey ondan sonra oldu. Kendisini birden kesinlikle ve kesinlikle karşıdan bir arabanın gelmeyeceği yanşeritte buldu. Virajı yan şeritte almak istemişti. Dönemece hafif eğimli girdiğinde gözlerini fal taşı gibi açmasına nedenolan o kocaman şeyi gördü. Uzun farlarını yakmış, avını yutmayı bekleyen, kocaman bir balina gibi ağzını açmış üzerinedoğru geliyordu. Kaçış şeridine kendini atmak ya da ani bir hareketle yön değiştirmek istedi. Son çaresi kendini havayasavurup yere atmaktı. Bu düşünceler birkaç saniye içinde zihninde dalgalandı. Ama zaman yetersizliğinden bunlargerçekleşmedi. Soğuk terler dökmeye başladı. Her şey iki saniye içinde oldu. Acı bir fren sesi duyuldu.
 
Önce bisiklet havalandı, sanki arabayla adam arasındaki kavgayı ayırmak şöyle dursun, ne haliniz varsa görün der gibikenara çekildi bisiklet. O aradan çekildiğinde adamın kolu sis farına çarpıp geriye kıvrıldı. Alnını cama hızlıca vurdu.Katlanan omurgası tüm bedenini bir yay gibi havaya fırlattı. Şok etkisiyle kendini çok farklı yerlerde görüyordu. “Bununolmaması gerekiyordu,” dedi. “Ben böyle bir şey yazmadım. Bunun olmaması gerekiyordu.” Bu, onun son sözleriydi.Oracıkta can verdi. Yarını yazamayacağını, kaderle oynanmayacağını, kimsenin geleceğine etki edemeyeceğini, bir yarıtanrı olmadığını orada öğrendi.
 
Ona çarpan araba, kayak merkezindeki düğün salonuna giden bir konvoyun önündeki ilk arabaydı. Süslenmişti. Sünnetçocuğu içerideydi. Aracın içindekilere bir şey olmamıştı.
 
 
 
 

Yorum bırakın