Mahallenin Namusu

Kadın cinayetleri Türkiye’nin bitmeyen çilesi. Kadınların cinsiyet ayrımcılığına uğradığı, namus adına kurban edildiği, yaşam hakkına aile içi hukuk kurallarının belirleyici olduğu ataerkil bir toplumda yaşıyoruz. Kadınların bu durumunu anlatacak bir makale yazmak için araştırma yaparken, bir şiir tesadüfen elime geçti. İngilizce yazılan şiiri hüzünle tercüme ettim. Şiirdeki olay Mardin’de geçmiştir. Yedi yaşında bu olaya tanık olan şair Sayın Mehmet Nezir Uca bugün yetmiş iki yaşında. Şiiri Light Millennium adlı Birleşmiş Milletler tarafından da desteklenen, insan hakları ve barışçıl bir gelecek için çalışan örgütün edebiyat platformu için yazmış ve bu şiiri orada okuduğunda ayakta alkışlanmış. Yıllar sonra hemşerileri ile paylaşmaktan gurur duyacağını söyledi. Kendisine teşekkür ederim.

MAHALLENİN NAMUSU

Mehmet Nezir Uca

Nereye gömüldüğünü kimse bilmedi.

Büyük bir çukur kazdılar ve onu oraya attılar.

Ailesine ait olmayan bir mezarlıkta,

sadece yabancıların huzur içinde uyuduğu yer.

Sabahın erken saatleriydi,

ne oğulları ne de komşuları

orada bulundular.

Sadece yeri açtılar ve onu oraya koydular.

İmam helallik istedi.

Onunki günahların en büyüğü,

kendi günahından daha büyük

ailesinin namusunda bıraktığı lekeydi.

Sadece ailenin değil,

tüm mahallenin namusunda,

zina yapmıştı.

***

On yaşından küçüktüm,

ve o kırk yaşlarında,

en neşelisiydi mahallenin,

en işvelisi

civardaki tüm kadınların kıskandığıydı,

onların özlemlerini kışkırtırdı.

Hayallerini yaşatırdı.

Yazın en sıcak günlerinde,

hepsinden daha geç uyanırdı.

En davetkâr giyinir,

sokak kapısına çıkardı.

Ve yoldan gelen geçen adamlarla şakalaşırdı.

Kimse onu suçlamazdı,

kadınlar onun için sır sakladılar

“onunki tamamen dilindeydi” dediler

gençler onu hep beğendiler,

gerçek erkek gibi hissettiler sayesinde,

seksin en büyük tabu olduğu yerde,

en korkunç sır olduğu yerde.

Yazın en sıcak günleriydi,

yolda asfalt eriyordu,

eski kaldırım taşları üstünden akıyordu.

Suyumuz günde iki saat akardı,

kadınlar kovalarını doldururken,

o ön kapıdaydı,

hep temiz,

elinde hortumla,

asfalta su püskürtüyordu

yanan parke taşlarına,

ve geçen her genç adama,

ve nihayet kendine,

ayaklar, ayak bilekleri ve bacaklar,

baş, yüz ve boyun ve kollar.

Ve oğlanlara geri dönelim.

Kendini soğuturdu

sokağı soğuturdu ve

gençleri.

***

Hüzünlü bir gündü.

Mahallede çok üzücü bir gündü.

Kadınlar çok ağlamaklı,

erkekler çıldırmıştı.

Biz çocukların dinlemesine izin verilmedi,

ne de konuşmamıza.

Uzaklaştırıldık.

Sokağa doğru.

Sokak ölüydü.

O öldürüldü.

Önceki gece,

kocası eve daha erken geldi,

her zamanki kumar oyunlarından

ve onu başka bir adamla yakaladı,

ikisi de çıplaktı,

adam kaçtı

çırılçıplak…

***

Koca kardeşlerine danıştı,

ve en büyük oğluna.

Kardeşler “öldür onu” dediler,

“aile namusu”

temiz tutulmalıdır,

“öldürülmeli”

“ve yapamazsan,

ben yapacağım” dedi ağabeyi.

Kocası karısını hep sevdi.

Oğul annesini hep sevdi.

Ve hayatlarında bir tavuk bile öldürmediler.

Artık ne onun karısı ne de oğlunun annesiydi.

Ailenin şerefine leke sürdü,

babamın dediği gibi

öldürmek helaldi, kanının bir damlasından bile sakınmak

gerekirdi.

Koca zaten gösterdi

eksik erkekliğini.

Karısı onu aldatmıştı.

“Erkek” olduğunu kanıtlamak zorundaydı.

Bunu ailesine kanıtlamak zorundaydı,

mahalleye.

Ailesinin namusunu temizlemek zorundaydı.

Hiçbir erkek yüzünde böyle bir lekeyle yaşayamaz.

Ve kardeşi bunu yapacaktı.

Eğer o yapmazsa.

O öldürülmeliydi,

o öldürülmeliydi,

o öldürülmeliydi.

***

Ve koca karısını sevdi.

Ve oğlu annesini.

Gece yarısından sonra bir kasap bıçağı,

bütün mahalle derin uykudayken,

göğsünden defalarca bıçaklandı.

Direnmedi.

Kuralları biliyordu.

Gelenekleri biliyordu.

Kocası ya da oğlu olmasaydı.

Babası ya da erkek kardeşleri olurdu.

Öldürülmesi gerekiyordu.

Kocanın bıçaklamaları yeterince derin değildi,

onu öldürmedi.

Oğlu yardıma geldi.

O da bıçakladı.

Hâlâ hayattaydı.

Onun yaşama arzusu

onu öldürmeyi zorlaştırdı.

Sabah yaklaşıyordu,

öldürülmesi gerekiyordu.

Kasap bıçağı değilse,

koca değil, oğul değil,

o nasıl yapılacaktı?

Hepsi ağlıyordu.

Derin bir acı içindeydi.

Ailelerinin onurunu lekeledi.

Onu sevdiler

ve onu öldürmek zorunda kaldılar.

Almaya çalıştıkları sadece onun hayatı değildi,

ama onlarınki de.

***

Onu bir battaniyeye sardılar,

yukarı çıkardılar,

kırk basamak yukarı,

ağlıyordu.

Yüzünü görmek istemediler.

Kendilerini görmesini istemediler.

O çoktan kalplerinde ölmüştü,

hepsi ağlıyordu.

Öldürülmesi gerekiyordu

Onu balkondan attılar.

Taş avluya kadar,

bu kez öleceğini umarak.

Bir süre sonra öldü.

Kocası ailesinin namusunu temizledi.

Toplumun kıvrımlarına geri dönecekti,

yapması gerekeni yaptı.

Şimdi yine de,

bir suç işlemişti,

bir can almıştı.

Ve yakalanmadan önce,

kaçmak zorunda kaldı.

Kaçmak, kaçmak…

Kaçmak “erkekçe” bir davranıştır,

özellikle karısını öldürdükten sonra.

Mahalleden kaçtı.

Şehirden,

hatta ülkeden.

Hayali bir toplumun katına geri dönmüştü.

Ailesi galip geldi,

yine de

hayatı bitmişti.

Geri kalanı için kaçarken,

ve çocuklarından uzak.

Hayatını kaybetti,

ve çocuklar ebeveynlerini.

***

O gömülüyordu.

Bilinmeyen bir yerde,

hatırlanacak bir mezar taşı olmadan,

komşuların hiçbiri orada değildi.

İmam, Allah’tan af diledi…

Bu kadardı.

Mahallemizin neşesi gitti.

Onurunu geri kazandı,

ve leş gibi kokuyordu

Gelecek uzun yıllar boyunca.

15 Nisan 2001, New York

Türkçeye çeviren: Nesrin AYKAÇ

Yorum bırakın