Sinekler

Elinde bakkal poşeti, dalgın dalgın bahçeye baktı. Derin bir iç çekip yanağından süzülen gözyaşlarını sildi. Kalabalık akşam yemeklerinin hayali geldi aklına. Boğazı düğümlendi.

Cılız fasulye sırıkları rüzgâra inat yıkılmamak için direniyordu. Kediler toprağı eşeleyip eşeleyip kaçmış, bahçenin altını üstüne getirmişlerdi. Bahçe kapısının yanında duran çalı süpürgesini örümcek ağları sarmıştı. Faraşın üstünde yapışıp kurumuş salyangoz kabuğu duruyordu. ‘‘Yaradan bana yetinmeyi öğretiyor. Benim sınavımda bu olmalı,’’ diyerek eve girdi Rüya. Beton bahçenin kara taşları bir konuşsa anlatırdı hayallerini. Oturma odasının perdeleri sımsıkı kapalıydı, perdelerin altında babasının, ‘‘Hadi ezan okundu, namaza duralım Rüya.” sesi saklıydı. Babaannesinin gölgelerden kaçıp saklandığı perdeler, kendine has renginin solukluğunda buzdan yapılmış kale surları gibiydi evdeki yaşanmışlıklara. Perdeleri açarsa korkuları gün yüzüne çıkar, boğazına yapışır gibi hissediyordu. Rüya’nın odasında boyası soyulmuş tahta bir sandalye ve muşamba örtü serili bir masası vardı. Kuran okurken masaya oturur, okuması bitince gül suyu ile silerdi masayı. Masanın üzerindeki şekerlikte her zaman fıstıklı lokumlar olurdu. Babası kahvenin yanında lokum yemeyi çok severdi. Rüya da akşam yemeğinden sonra babasına ve kendine kahve pişirir, bir lokum babasına bir lokum da kendi kahvesinin yanına koyarak babasıyla karşılıklı keyif yaparlardı. Hatırladığı en güzel anısı buydu çocukluğuna dair.

Sabahları uyandığı gibi yastığını, yorganını yüklüğe kaldırır gece yatarken yine sererdi. Bir defasında yatağını açık bıraktığı için annesi çok kızmıştı. ‘‘Yatağı yerde olanın şeytanı başucunda bekler,’’ derdi. Sırtına oklava yemişliği bile vardı yatağını toplamadığı için. ‘‘Akşam yatacaksak, neden topluyorum ki,’’ diye düşünür ama annesinin yüzüne bunu söylemeye cesaret edemezdi. Duvarın yamukluğundan dolayı havada asılı gibi duran eski kara aynasında kendine bakarken hayaller kurardı Rüya. Saçlarını tarar, yemenisini omuzlarına indirir, aynaya iyice yaklaşıp uzun uzun bakardı yüzüne. Babaannesi fark edince kızardı ona. Aynalar için ‘‘Araf’taki ruhun geçiş kapısı,’’ derdi. Aynalara çok bakmamasını tembihlemişti. Komşunun oğlu hem suya hem de aynaya çok bakıp delirmişti güya. Geceleri çığlıkları gelirdi bazen. Bir vakit sonra sesi gelmeyince ölüm haberini aldılar. Mahalleden kimse tebarekesine gitmemişti. Delinin evine şeytan girdiyse gidilmezdi. Namaz kılarken mutlaka aynaların üzerini kapatırlardı. Aile geleneği olmuştu bu. Rüya’nın oyuncak bebeklerinin ve biblolarında namaz kılacakları zaman üstleri eski bir çarşafla kapatılırdı.

Sabah ezanıyla uyandı Rüya. Hava daha aydınlanmamıştı. Sıcacık yün yorganın altından çıkmayı hiç istemiyordu. Annesinin yeleğini sırtına geçirdi. Buzdolabının arkasındaki siyah lamba anahtarını çevirdi. Esnemesi bitince besmele çekip sağ ayağıyla banyoya girdi. Buz gibi su lavabonun çatlaklarından terliklerine damlıyordu. Abdest almaya niyetlendi. Havluyla kurulanırken mırıldanarak Felak ve Nas surelerini okudu. Oturma odasının lambasını yaktı, seccadeyi babasının öğrettiği şekilde serdi. Aklına gördüğü rüya geldi. ‘‘Şeytana uymayacağım,’’ diye aklından geçire geçire namazı bitirdi. Hızla seccadeyi katladı. O öldüğünden beri bitmeyen bir rüyaydı. Boğazı düğüm düğüm olmuştu. Namaz bohçasının içine seccadeyi, namaz etekliğini ve başörtüsünü koydu. Sobanın kovasını çıkartıp bahçedeki çöp kovasına boşalttı. Kömürlüğe gidip kovanın dibine birkaç parça kömür koydu üstüne odunları sobaya geri koyup gaz yağı döktü. Tutuşturduğu çıraları sobanın içine atıp kapağını kapattı. Biraz tütmüştü soba. Ekmekler sobada kızarırken margarini ve kırmızıbiberi koydu masaya. Zeytin kavanozunda sekiz tane zeytin kalmıştı. ‘‘Dördünü bu sabah, dördünü yarın sabah yesem pazara kadar idare ederim artık,’’ diye düşündü. Çayını koydu bardağa. İki şeker atıp yavaşça karıştırdı. Babaannesi ‘‘Besmele çekmeden lokma yenmez,’’ derdi. Duasını etti, ‘‘Hamd olsun bugüne,’’ dedi çayının son yudumunu içerken. Bulaşıklarını tezgâha koydu. Sarı bez ile masayı sildi. Gözü saatteydi. Yirmi dakika vardı servise.

Giyinirken babaannesinin taktığı cevşen saçlarına dolandı. Masanın üzerindeki makasla iki tel saçını kesip cevşeni düzeltti. Aynaya gelişi güzel bakıp paltosunu giydi, atkısını sarındı. Kapıyı üç kere kilitledi. Sokağın köşesine doğru yürürken dualarını okudu. Karga sesleri duyunca ‘‘Yağmur yağacak herhalde bugün,’’ diyerek yoluna devam etti. Bakkal henüz kepenklerini açmamıştı, kapısında günlük gazeteler, süt ve ekmek kasası duruyordu. Fabrika servisi on dakika kadar geç geldi. Servisin içerisi benzin kokuyordu. ‘‘Benzin aldım, ondan geciktim. Günaydın Rüya,’’ dedi Eşref. ‘‘Günaydın Eşref abi. Olsun daha vakit var zaten mesaiye. Nasılsın, iyi misin?’’ Servisin ön koltuğuna oturdu Rüya. Eşref arada dikiz aynasından Rüya’ya bakıp gülüyordu. Radyoda çalan şarkıya bazen eşlik ediyordu. Rüya’da gülümseyip, utanarak cama çeviriyordu başını. İyi birisiydi, Rüya’nın gözünde. Mert ve güçlü buluyordu. Bıyıkları ile eski Türk filmlerindeki jönlere benzetiyordu. Babası, Eşref küçükken ölmüştü. Yokluğunu hissediyordu zaman zaman. Eşref, sevdiği bir kızın zengin birisinden hamile kaldığını ve onunla evlendiğini bir sabah serviste yalnız olduklarında anlatmıştı Rüya’ya. Sıkı sıkı da tembihlemişti kimseye anlatmasın diye. Fabrikada işler zaman zaman yavaşlıyor, maaşlar geç ödeniyordu. ‘‘Kirada değilim ya, buna da şükür,’’ diyerek avunuyordu. Öğle yemeklerindeki fazla ekmekleri peçeteye sarıp önlüğünün cebine sokuyordu. ‘‘Sonuçta yiyelim diye koymuşlar. Almasam çöpe gidecek,’’ diyerek vicdanını rahatlatıyordu. Ustabaşı ile arası çok iyiydi Rüya’nın. ‘‘Senin elin tez, bak ötekiler dedikoduya gelmiş hep. Bir de maaş yetmiyor derler. Yüzlerinde bir ton boya var. Çirkinliklerini anca kapatır tabi. Benim kızım olacak bunlar üç öğün dayak atardım,’’ diye yakınırdı arada. Üzülürdü buna Rüya ama bir yandan da sevinirdi onlar gibi olmadığı için. Mesai bitiş düdüğü çaldı. Makinaları kapattılar. Üzerini değiştirip servise bindi Rüya. Eşref’in arkasındaki koltuğa oturdu. ‘‘Nasılsın, Eşref abi, günün iyi geçti mi,’’ diye sordu. ‘‘Çok şükür, çok şükür.’’ dedi Eşref, bıyık altından gülerek. ‘‘Bu kadar saf kalpli olmak için ne yiyip ne içiyor bu kız,’’ diye düşündü. Rüya’nın evinin sokağına geldiler. Tam inerken Eşref, Rüya’nın kolundan tuttu. ‘‘İstersen dolaşalım biraz,’’ dedi. Rüya tedirgin hissetti kendisini. İlk kez ona dokunup böyle bir şey sormuştu. ‘‘Yok istemem, evden beklerler yemeğe,’’ dedi ve koşarak eve gitti. Evde bekleyeni var sansınlar diye lambaları hiç söndürmüyordu. Fazladan bir ekmek alıyor, pazara giderken acele acele davranıyordu. Soran olursa ‘‘Babam bekler,’’ diyordu. Eşref ısrar etmedi. ‘‘Elbet bir gün kabul edecektir,’’ diye düşündü. Kapıyı ardından üç kere kilitledi. Sürgüyü çekti. Zinciri taktı. ‘‘Anne ben geldim,’’ diye bağırdı. Yemek yemek istemedi canı. Çay demledi, biraz da çekirdek vardı. TV’yi açtı. Saat baya geç olmuştu. Koltukta biraz içi geçmişti, uyanırken çekirdek çöplerinin olduğu tabağı yere düşürdü. Uyanır uyanmaz da su içmeye koştu. Çekirdeklerin tuzu içini yakmıştı. İki dolu bardak su içti. Babaannesi, ‘‘Oturarak su iç, deve misin sen,’’ diye kızardı hep ama bu defa içi yanınca aklına bile gelmedi oturmak. Perdeyi aralayıp camdan baktı. Servisi gördü. Servise binmesine bir saate yakın zaman vardı. Hızlıca üzerini giyindi, dişlerini fırçaladı. Paltosunu yarım yamalak giyip dışarı çıktı. ‘‘Hayır olsun Eşref abi, bir sıkıntı mı var?’’ dedi. Eşref sigarayı yarım yere attı, ‘‘Kahvaltı yaparız diye düşündüm, uyku tutmadı. Hadi atla,’’ dedi. İki sokak aşağıda bir çay ocağı vardı. Oraya gittiler. İki simit biraz da zeytin aldı Eşref. Zeytinler siyah ve etliydi. ‘‘En sevdiklerimden almışsın Eşref abi,’’ dedi. Eşref bir sigara yaktı. ‘‘Gülüm, senden bi’şey isticem’’ dedi. ‘‘Annem çok hasta, bakacak kimsem yok. Seninkiler izin verirse bir süre anneme bakar mısın?’’ Şaşırmıştı. Kekeleyerek, ‘‘Önce evdekilere sorayım da yarın sabah haber ederim, olur mu Eşref abi?’’ dedi. Kime, ne soracaktı. Yalnız olduğunu mu anlamıştı acaba? Korktu ama belli etmemeye çalıştı. Babası olsaydı şimdi ona koşardı hemen. Diğer işçileri almak üzere yola çıktılar. Aklından bin türlü soru geçiyordu. Babaannesi bir kere banyoda mahrem yerine bakarken yakalamış, ellerine banyo kazanının maşasıyla vurmuştu. İzi hala elinin üstünde duruyordu. ‘‘Oraya evlenince kocan bakar,’’ demişti. Ustabaşı sessizliğini fark etmişti o gün. ‘‘Sevdaya mı düştün kız hayırdır,’’ dedi, sırtına vurarak. Sandalyesinde sıçradı. ‘‘Yok, dalmışım,’’ dedi. Öğle yemeğini canı yemek istemedi. Simit midesine taş gibi oturmuştu. ‘‘Nikâhsız bir erkekle aynı çatı altında kalmak günahların en büyüğü,’’ derdi babaannesi. Mesai bitmişti, servise en son bindi. İnerken de arka kapıdan indi. Koşarak eve girdi. Babaannesinin odasına gidip kapıyı kilitledi. Paltosunu bile çıkarmadan yatağa yattı. Korkudan uyuya kalmıştı. Gürültü ile yatağından sıçradı. Saat sabahın dördüne geliyordu. Kapıya vuruluyordu. Karanlıkta kim olduğunu tam seçemedi ama sesi tanıdık gelmişti. ‘‘Aç kapıyı kız, korkma ısırmam!’’ Eşref’in sesiydi. Kalbi ağzına gelmişti korkudan. Paltosu bile üzerindeydi daha. Eliyle ağzını kapattı. Nefes alsa onu da duyacak evi başına yıkacak sandı. Yatağın kenarında yere çöktü, bacaklarını karnına çekti. Yatak örtüsüne kozaya girer gibi sarınıp bunun bir kâbus olduğunu düşündü, uyuya kaldı. Eşref kafaya takmıştı onu. Annesinin hastalığı bir bahaneydi. Her gece hayalini kuruyordu beraber olduklarının. Her abi deyişinde daha hırslanıyor; elinden gelse bir tenhada sıkıştırmak ve bedeninden tüm hıncını almak istiyordu. Kapıda bağırmaya devam ederken bekçiler geldi. Yaka paça evine götürdüler Eşref’i. Sabah ezanının sesiyle gözlerini açtı. Camdan sokağa baktı, kapı önünde kimse yoktu. Banyoya gidip yıkandı. Her yerini keseledi, bolca sabunladı. Saçlarını sımsıkı topladı. ‘‘Bugün işe gitmesem mi,’’ diye mırıldandı. ‘‘Kâbus değildi, ya anlatırsa ele güne karşı?’’ Ustabaşını aradı. Hasta olduğunu söyledi. İlk kez izin almıştı ustabaşından. ‘‘Kızım hayırdır? Sen hiç izin almazdın; kötü bir şeyin yok ya, anan baban evde mi,’’ diye sordu ustabaşı. ‘‘İyiyim ama biraz üşütmüşüm de burnum akıyor, yatsam iyi olacak, yarın gelirim zaten annem şimdi bir çorba yapar, toparlarım,’’ dedi.

Annesi, babası ve babaannesi bir kazada ölmüştü. Akrabaları yoktu. Arka sokaktaki Fatiş Nine ile babaannesi arada gelir gider, annesi ise kimseyle görüşmezdi. Annesi evlere temizliğe gittiği için vakti de olmuyordu. Babası ise gündüz uyur gece de taksi şoförlüğü yapardı. Birkaç gece kulübü ile anlaşmıştı babası, orada çalışanları sabaha karşı evlerine götürüyordu. Babaannesi hafızdı. Zaman zaman mevlitlere gider, ‘‘Allah rızası için,’’ diyerek verilen parayı eve katkı olsun diye alırdı. Rüya korktuğu zamanlar babaannesinin odasına saklanırdı fakat öldükten sonra ilk kez o gece girmişti. Kahvaltı ettikten sonra besmele çekerek sağ adımıyla babaannesinin odasına girdi. İçini hüzün kapladı. Ne çok severdi onu. Yatağı düzeltti. Yatağın karşısındaki dolap kilitliydi. Anahtarı kapının pervazına sıkıştırmıştı babaannesi. Dolabın içinde bir sürü kitap vardı. Yıpranmış görünüyorlardı. En üsttekini aldı. Arapça ile Türkçe karışık yazılar vardı içinde. Önce korktu kapatıp dolaba koydu. Sonra merakına yenik düştü ve geri aldı sayfaları karıştırmaya başladı. Arapça kısımları anlamıyordu, Türkçe kısımları ise anlamak daha zordu çünkü hiç bilmediği kelimeler yazıyordu. Fatiş Nine aklına geldi. Onu, babaannesi sağ iken bir kere görmüştü, babaannesi pek götürmek istemezdi nedense. Fatiş ninenin gözleri çok az görüyordu, üvey kızı ile yaşıyordu. Kapıyı kızı açtı, solgun görünüyordu. Başında yıpranmış bir yemeni ayağında ise çetikleri vardı. ‘‘Buyur içeri,’’ dedi. Fatiş nine elinde örgüsü ile oturuyordu. Onu tanımış gibi ‘‘Gel kızım yanıma,’’ dedi. Kitabı ona göstermekte kararsızdı ama Fatiş nine aklını okumuş gibi ona baktı. Geçen gece olanları ve sürekli gördüğü rüyayı anlatmaya başladı,‘‘Uzun bir yolda gidiyorum, köy yolunda. Mavi boyalı kerpiç bir ev var. Annem sesleniyor. Duyuyorum ama göremiyorum. Sesine doğru gidiyorum. Sonra bir kapı açılıyor. Annem divanda yatıyor. Doğum yapacak gibi açmış bacaklarını, sinekler girmiş orasına. Ama o kadar çok sinek var ki. Sinek doğuruyor. Annem gülüyor. Beni duymuyor, ‘Gel,’ diyorum gelmiyor. Her yeri sinekler sarmış, kaçıyorum peşimden geliyorlar. Kan ter içinde uyanıyorum,’’ anlatırken ağlamaya başladı. Fatiş Nine sarıldı ona. ‘‘Babaannen koruyordu kızım, seni,’’ dedi. Fatiş ninenin kucağında uyuyakaldı. Uyandığında hava kararmıştı. Fatiş Nine’nin üvey kızı akşam yemeğini getirdi, beraber yediler. Eve gitmekten korkuyordu Rüya. Eşref yine kapıya dayanırsa ne yapabilirdi? Fatiş Nine ‘‘Burada kal kızım sabah olunca gidersin,’’ dedi. Yemekten sonra uzun bir sessizlik hâkimdi. Fatiş Nine, ‘‘Rüya kızım, annen ile baban evlenmeden önce baban başkası ile nişanlıydı. Anneni, başka bir köyün düğününde görmüş, samanlıkta basılmışlar. Aceleyle evlendiler. Sonra sen doğdun. O gece ne olduysa baban değişti. İçine kapanık, sessiz bir adama dönüştü. Doktorlara gittiler, hocalara okuttular ama bir türlü eski neşesi yerine gelmedi. Çok sonraları babaannen bir hoca buldu. Dediğine göre babana o gece cinler musallat olmuş. Ne zaman ki baban içip dağıtsa, kendine kötülük yapsa cinler mutlu olurmuş,’’ Rüya o kadar korkmuştu ki ağlamaya başladı. Sakinleşince kitapları sordu. Babaannesi, gittikleri hocadan el almıştı. Fal bakmıyordu fakat evdeki huzuru korumak adına muskalar yazıyor ve okuyordu. Zaman zaman yardıma muhtaç insanlara yardım ediyordu. Rüya’nın annesi büyü işlerine meraklı birisi olduğunu çok sonradan öğrenmişti, babaannesi bu sebeple onlarla kalıyordu. Rüya sabah ezan okunurken koşarak gitti abdest alıp dualarını etti. Eşref ile denk gelmemeye çalışıyordu. Eşref öğlen paydosunda Rüya’nın yanına gitti. ‘‘ Kusura bakma Rüya. Bir densizlik ettim,’’ dedi fakat Rüya korkudan bembeyaz olmuştu bile. Eşref de lafı uzatmadan sigarasını söndürüp gitti. İş çıkışı Fatiş Nine’nin evine gitti. Korkularından yorulduğunu, annesini artık rüyalarında görmek istemediğini anlattı. Fatiş Nine ona bazı dualar yazdı. ‘‘Akşam ezanı ile yatsı arasında bir suya okuyup dört yol ağzına dökmesini,’’ söyledi. Rüya üçüncü gecenin akşamında Eşref’in sesini duydu kapıda. ‘‘Annem çok hasta Rüya, yardım et,’’ diye bağırıyordu. Rüya kapıyı açmasıyla Eşref’in onun ağzını kapatıp bayıltması bir oldu. Rüya gözlerini açtığında Eşref’in evindeydi. Ne annesi vardı ne de başka birisi. Ağzı bağlı olduğu için konuşamıyordu. Ellerini sandalyeye bağlamıştı Eşref. Bağırmazsa ağzını açabileceğini söylemişti. Rüya başını tamam anlamında salladı. Eşref, Rüya’ya aşkını anlatmaya başladı. Delirmiş gibi haykırıyor, bağırıyor bazen de sakince konuşuyordu. Rüya’nın artık bu evde kalacağını anlatıyordu. Rüya kaçmak için her türlü yolu deniyordu. Eşref’in bakışları normal değildi. Fatiş Nine’ye gitse o anlardı ne olduğunu. Bir hafta içinde telli duvaklı gelinlikle bulmuştu Rüya kendini.

Günler geçiyordu ve Rüya’nın karnı büyüyordu. Ne eski neşesi ne de hali kalmıştı. Eşref’in zulümlerini kimseye anlatamıyordu. Bebek doğarken Fatiş Nine ile ebe gelmişti. Rüya onu görünce o kadar sevinmişti ki çektiği acılar dinmiş annesine kavuşur gibi hissetmişti. Fatiş Nine bebeği Rüya’nın kucağına veremedi. Bebek ölü doğmuştu. Fatiş Nine Eşref’in kucağına attığı kanlı çarşaf ile ona bir tokat attı. Sabah ezanı okunurken odada sallanan bir gölge gördü Fatiş Nine. Eşref kendini asmıştı. Rüya’yı alıp kendi evine götürdü. Rüya artık huzurla uyuyordu.

Yorum bırakın