Birçoklarının korktuğu o yerdeydiler. Issız ve develeri bile rahatsız eden sıcağın ortasında Şam’a gidiyorlardı. Hicaz’ın göbeğinden serinlikleri, vahaları, vadileri olan… Bereketin her yanı sardığı bu topraklarda, kendilerini bulmak istemişlerdi. Kavimleri onları gizlice dinliyor ve takip ediyordu, en sonunda atalarının dinine ihanet eden bu gençler kovulmuş, kendi düşünceleriyle ölüme terk edilmişti.
Tanrı’yı aramak için bu çileye değer miydi? Bu koca çöl bizi yutmasa bile, arkadaşlarım bana sadık kalabilecek mi, diye düşündü Aybar. “Aybar!” diye seslendi Bayhan. “Güneş tepemizde bize yol vermiyor.” Bir çöl tepesinin eteğine düşen gölgeyi gösterdi. “Oraya gidip biraz dinlenelim.”
Aybar başıyla onayladı ve kabilesinden kovulmuş bu 6 yoldaş gölgeliğe doğru yöneldiler. Bir süre yürüdükten sonra sıcak gölgenin serinletemediği kumlara yığılıp örtündüler ve güneşin yürümesini beklediler. Gölge iyice büyümüştü, güneş serinlemeye başlamıştı. Sayina, Ay kadar vakur ve sakin bir kadın, elindeki yay ile Geray’a dokunup geldikleri yerden onları takip eden bir grup Sami’yi gösterdi. “Yol boyunca peşimizdeydiler.”
Geray derhal Aybar’a haber verdi. Tepenin arkasını dolandılar. İlbay tepenin üstünde Samileri izlemeye koyuldu. Kovulmuşlar aydındı, iyi savaşırlardı. Ama sayıları çok azdı. Bu çölün yerlilerine karşı ufak bir azınlıktılar, vuruşmak onlar için yok olmak demekti. Kongar onlar için yol açıp Şam’a nasıl gideceklerini gösteriyordu. Yarım gün uzaklıkta bir vaha keşfetmiş ve geriye yeni dönüyordu. Arkadaşlarının Samilerden saklandığını fark etmiş ve hemen yanlarına gelmişti.
Güneşin 4/1’i geçtiğinde Samilerle çarpışacakları çok açıktı. Yoldaşlar bir çözüm bulmak zorundaydı. “Ne atımız ne devemiz var onları tuzağa çekmek için hızlı olamayız,” dedi Bayhan. Aybar, “Tepeler bize doğru yolu gösterir. Kongar bir vaha buldu onları orada gafil avlayabiliriz,” dedi.
Kovulmuşlar yolun dışından vahayı çevreleyen kum tepelerinde beklemeliydi. Yola koyuldular, kum tepelerinin yola bakmayan tarafından kuma gömüle gömüle yürümeye başladılar. Samiler develeri ve atlarıyla daha hızlı hareket ediyor, aynı zamanda takip ettikleri yolcuların nereye kaybolduklarını düşünüyorlardı. Vahaya ulaştıklarında kovulmuşları orada bulamadılar ve suyun ve gölgeliklerin tadını çıkartmak için yayılmaya başladılar. Rehavette olan Samilerin ardından dolanan kovulmuş yoldaşlar, üç kum tepesine yayıldı ve yaylarını gerdiler. Aybar ıslık okuyla işaret verince derhal yaylarıyla Samileri ok yağmuruna tuttular. Atlara ve develere zarar vermemeleri, ganimetleri kullanıp rahatça Şam topraklarına ulaşmaları gerekiyordu. Sayina ve Aybar’ı fark eden Samiler, onların bulunduğu tepeye doğru yöneldiler. Yirmi civarı olan Samilerden sadece on kişi kalmıştı. Kongar iri cüssesi ve kuvvetli yayı ile Aybar’ın bulunduğu yere kadar ok fırlatabiliyordu. Aybar, Sayina ve Kongar birçok Sami’yi öldürmüştü ama kalan beş kişi Aybar’a ulaşmışlardı.
Aybar ve Sayina kılıçlarını çekmiş tepeden aşağı koşarak iki kişiyi daha biçmişti. Yoldaşların geri kalanı tepelerinden ayrılmış ganimete doğru koşuyorlardı. Atları aldılar ve Aybar ile Sayina’yı kurtarmak için dört nala koşturdular. İki Sami ile baş eden Aybar kolundan ve karnından ufak yaralar almıştı. Arkasından gelen okları fark edemeyen Samiler ise Aybar ve Sayina’nın ayaklarına serilmişlerdi.
Yavaşça vahaya indiler. Yaralı Aybar’a su verdiler, yaralarını sardılar ve dinlenmek için vahanın sularıyla can bulmuş birkaç ağaca gerdikleri kumaşın altına Aybar’ı yatırdılar, birazcık sadece birazcık dinlenmeye ihtiyacı vardı Aybar’ın. Serinlik çökmüştü, çöl hayvanları sulanmak için vahada toplanırken, mataralarını dolduran yoldaşlar, atları ve develeri alıp yola koyulmuştu. Ay ışığı parladıkça Sayina’yı da aydınlatıyordu ve beş yoldaş erkek onun peşinden gecenin aydınlattığı bu yolda, Şam’a doğru ilerliyorlardı. Gecenin kendini kapattığı aydınlığını kestiği bir vakitte durup dinlenmek için kamplarını kurdular ve tan yeri ağarana kadar uyudular.
Güneş doğmaya başlarken serinliği fırsat bilip tekrardan yola koyuldular. “İnanmak istiyorum Bayhan,” dedi Aybar. “Tanrı eğer varsa, neden güçlü olmadığın sürece yok oluyorsun!” “Şamanların ne ilaçları ne termeleri ne duaları bizi iyileştirdi. Çocuklarımız da şamanların kendileri de hastalanıp göçtüler.” diye devam etti Bayhan. Aybar, başı göğsüne düşmüş ve yorgundu. “Tanrı’nın sevdiklerine bile çaresi yok.” Geray konuya dahil oldu; “Şam’ın Tanrıları, İbrahim’in Tanrısı, bizim Tanrımız. Hepsi aynı mı? Soğuk ve sert topraklardan gelenlerin Tanrıları da onlara fayda etmedi. Yalnız Bağdat’ın doktorları şifa dağıtıyor. Babil’in mimarları büyük kuleler dikiyor.” “Çin’de de gökyüzüne ateşler gönderen alimler varmış!” dedi İlbay. “Şam’da doğruyu bulamazsak ne yapacağız?” dedi Kongar. “Harranu’ya gideceğiz orada Zerdüştçüler, Harraniler, İbraniler ve diğer Tanrılar beraber yaşıyorlar,” dedi Aybar.
Birkaç gün birçok kervanla karşılaştılar, ellerindeki ganimetlerle takas yapıp yiyeceklerini tazelediler. Şam’dan inen Fırat’a kadar yol aldılar. Derin vadileri olan bu suyun tadına bakmak için can atıyorlardı. Düzlüğe vardıklarında karşılarında heybetli surları olan Şam’ı gördüler. Dinlenip Geray’ın kopuzunu, termelerini dinlediler. Gırtlağından çıkan kuş sesleriyle Sıgıtlarıyla eğlendiler ve bugünü kutladılar.
Şam’ın boylu ağaçlarından yapılmış kapılarına gelip içeri girdiler. Çarşısındaki renklerden keyiflenip, hana geçtiler. Aybar’ın yaraları iyileşmeye başlamıştı çoktan.
“Aşur’un yüce Tanrı’nın adamları öldürüldü!” diye bir ses duydu Kongar. “Hicaz yolunda vahada biçilmişler.”
Aybar ve yoldaşları ürperdi. “Baş Tanrı’nın gücü sanırım bizim arkamızdan geliyor. Onların nişanlarını taşıyoruz, bizi bulmaları an meselesi, buradan gidelim,” dedi Sayina.
Handan çıkıp Harranu’ya yol almaları gerekiyordu. Neyse ki artık çölde değil ferahlık ve refah dolu yollardaydılar. Beş güne Harranu’ya varabilirlerdi. Yolda onları koruyacak güçleri ve Tanrıları yoktu. Sürüden ayrılmış koyun gibiydiler. Bu topraklarda çok düşman edinmişlerdi. Onlar Tanrı’nın adamlarını öldürmese kendileri yok olacaktı buna mecburdular. Hicaz’dan daha ferah olsa da bu yol yine onları kavuruyordu. Samilerden aldıkları örtülerle örtünüp yolu gece gündüz takip ettiler.
Harranu onları büyük bir neşeyle karşıladı. Özgür ve açık bir şehirdi. Moğollar henüz tarih sahnesinde değil ve bu zengin memleketi yakmamış, kütüphanelerine dokunmamıştı. Aradıklarını bu kütüphanelerde rahatça bulabileceklerdi kovulmuş yoldaşlar. Ama içlerindeki korku ve yol onları çok yormuştu, artık dinlenmeye ihtiyaçları vardı. Harranu’nun yumuşak yataklarıyla ve derin bir uykuyla kendilerini ödüllendirdiler. Ertesi gün Asur’un Tanrılarını izledikleri ve keşfettikleri bilimleri incelemeye başladılar. Göklerin Tanrılarını ve yerlerin sularını hesapladıkları dili öğrenmek istiyorlardı.
Marduk’tan sonra tüm Tanrılar yavaş yavaş ölmeye başlamış, ölen Tanrıların ardından Marduk’u, İbraniler bir şekilde kendi Tanrısı yapmıştı. Her şeyin gücünü barındıran bu Tanrıya tapınıyorlar, ondan sağlık ve bereket istiyorlardı. Ona Rab diyorlardı. Ne yazık ki Tanrıları onlara bilgelik vermemişti ama zenginlik kazandırmıştı. Zengin olmak için ticareti iyi öğrenmişler, inançlarını bu şekilde yaşamışlardı. Kendi dinleri dışında kimseye iş ve bu ilmi öğretmiyorlardı. Yine de hikâyelerinde anlatılan Nuh kadar uzun yaşayamıyor, hastalıklar ve vuruşmalar onları yavaş yavaş tüketiyordu. İçlerinden çok azı bilgiye sahipti. Uzak kıyılarla yaptıkları ticaretle bazı fikirler öğrenmişlerdi. İnsanlara iyi gelen ilaçlar üretmişler, hoş kokular yapmışlardı. Bu şehirde ise Harranilerle birçok Tanrısı olan bu kişilerle yaşamayı tercih edip şifalarını insanlara dağıtıyorlardı.
Aybar öğrenmeye başladığı bu hesap diliyle yıldızları gözlemeye başladı. Orada eski Tanrılarını arıyor. Aynı zamanda da takvim hesabı yapıyordu. Ama yine de yerli halkın baharı kutladığı şenliklere katılmıyor Temmuz’un ölümüyle hüzünlenmiyordu. O gerçeğin peşindeydi ne kanla biten ibadetleri tasdikliyor ne de sevdiklerine eziyet eden Tanrıyı arıyordu. O gerçeğin peşinden koşuyordu.
Tanrı kral Harranu’nun sahibi Maku, yoldaşlarımızın yeteneklerini keşfetmiş, Aybar’ı tapınak görevine vermiş diğerlerini ise tapınak koruması yapmıştı. Aybar hesap ilmini o kadar iyi öğrenmişti ki rahiplerle beraber ticari hesapları tutuyor, yıldızların zamanlarını ve gel-gitleri hesaplıyordu. Şehrin tahıl deposu da kendisine emanet edilmiş, hesaplarını o tutar hale gelmişti.
Sayina, eski Ur şehrinden gelen tabletlere bakıp, tanrıların nereden geldiğini arıyordu. Harranu’da benzer tanrılara inanıldığının farkındaydı. Fakat İbrahim’in peşinden gidenler kendi ataları gibi tek bir tanrıya inanıyor ama İbrahim’in Tanrısının daha güçlü olduğunu görüyordu. Yine de bu Tanrı’nın Marduk’tan geldiği çok açıktı. Birçok insan neye inanırsa inansın, duaları karşılık bulmuyordu. Doğa istediğini veriyor, istemediğini alıyordu. Yağmur yağmadığında kuraklık oluyor. Hastalıkların çözümleri ancak şifacıların otlarından geliyordu. Büyük bir inançsızlık içinde bu altı yoldaş Tanrılar arasında dolanıp duruyor; dertlerini yakardıklarında kendileri bir şey yapmadıkça hiçbir fayda göremiyorlardı.
Bayhan bir fideyi güneşsiz, bir fideyi susuz bırakmıştı ve onlar için dua etmişti. Tanrı onların dualarını birçok kez geri çevirdi ve fideler ölümle toprağa karıştılar. Hem su hem güneş ile bıraktığı fideler ise dua etmese de bereketini tüm güzelliğiyle vermişti. Tanrı var ise Dünya’ya karışmıyor, diye düşündü Bayhan. Eğer tüm bunlar doğanın gücü ise Tanrı yok, dedi daha sonra.
Bu deneyini yoldaşları ile paylaştı. Peki hangi cevabın doğru olduğunu nasıl anlayacaklardı? Ur’dan gelen tablette birçok hikâye anlatılıyordu ve İbrahim’in dininde de aynı hikâyeler vardı. Kovulmuş yoldaşlar çoktan bu dini o insanların uydurduğunu anlamışlardı. Yaptıkları deneyle önceki Tanrıların da bereket getirmediğini, şifa vermediklerini anlamışlardı. Ama hâlâ bizi onlar yaratmış ve bu dünyaya salıvermiş olabilirler. Eğer varsalar onlara minnet duymalı ve ibadet etmeliydik ama yoksalar neden bu insanlar onları dinlesin ki? Tanrı kral bunları duysa deliye dönerdi herhâlde.
Kovulmuş yoldaşlar Tanrı yok gibi yaşamaya başlamış şifanın ve bereketin peşine düşmüşlerdi. Dua etmek yerine hayvanlara ilaç verip iyileştiriyor, bitkilerin hastalıklarını kesip sağlıklılarını aşılıyorlardı. Tanrı kralı, bilmeden daha zengin hale getiriyorlardı. Aybar’ın bu çalışmalarıyla Tanrı kral onu daha da yakınına alıyor, o da arkadaşlarını sarayın içine sokuyor, en güzel görevleri onlara veriyordu. Aybar zekiydi, havadaki nemi, bulutları, rüzgârı ve zamanı çok iyi öğrenmişti. Havada süzülen ve uçup giden yaprakları gözlemlemiş, hafif ve geniş, yarım arşın kadar bir yaprak yapmıştı taştan ve kumaştan. Bu aleti havaya gönderip rüzgârı ve nemi ölçüyor yağmurun ne zaman yağacağını hesaplıyordu.
Kovulmuş yoldaşlar, Fırat’ı izlerken suyunun yavaşladığını fark ettiler ve Aybar kuraklık geleceğini anladı. Tanrı kraldan izin alıp Anadolu’nun diğer ucuna kadar gidip ölçüm yaptılar. Aybar çok uzun yıllar kuraklık olacağını ekinlerin bitmeyeceğini, yaptığı araştırmayla buldu.
Geri döndüklerinde Tanrı krala durumu izah edip, bu sene ekeceklerinden çok daha mahsul ekmelerini ve hayvanları yaylalarda tutmalarını söyledi. “Önümüzdeki 4 yıl kurak geçecek, tahılları depolayıp halka dağıtalım,” diyerek yine zekâsıyla Tanrı kralı etkilemişti Aybar.
Tanrı kral ferman buyurdu ve halka bu durum duyuruldu. Halk Tanrı kralın, diğer Tanrıların ve İbrahim’in Tanrısının gücünü sorgularken, Aybar’ın bu gücünü ilahi bir güç olarak görmeye başladı. 4 yıl Aybar’ın dediği şekilde atlatıldı ve halk aç kalmadı. 4. yılın sonunda bereket tekrardan topraklara indi, yaylalardaki hayvanlar geri döndü. Aybar ise elde ettiği güçle yavaş yavaş zehirlenmiş, etrafını yılan gibi saran bir şeytanın esiri olmuştu. Aybar ne şeytan ne Tanrı tanırken, yavaş yavaş kendini Tanrılaştırmıştı. Bilgisi onu Tanrı haline getirmişti.
Sayina düşündü; Tanrı bilgi miydi? Öyle olmalı ki insanlar Aybar’a tapacak hale geldi. Bilgisi onu bir Tanrı’ya dönüştürdü. Aybar biliyordu ki; ne bilgisi onu Tanrı yapabilir ne de kendisi Tanrı kadar bilgili olabilirdi.
Aybar halkı yavaş yavaş etrafına toplamaya başlamış, Tanrı kral için olmadık şeyler söylüyor, halkı ateşlendiriyordu. Bir gece Aybar’ın müritleri sarayı basıp Tanrı kralı öldürdüler. “Yaşasın Tanrı Aybar. Yaşasın Tanrı kral.”
İnsanlar kendi Tanrılarını öldürmüşlerdi, hâlâ anlamıyorlar mıydı, Tanrı’nın ne o ne de Aybar olamayacağını. Aybar tahta oturup eşrafını huzurunda topladı. “Tanrı kralın önünde diz çökün!” dedi. Ama içi içini yiyordu. “Ya arkadaşlarım bana ihanet ederse ya benim Tanrı olmadığımı halka duyururlarsa…”
Endişeli, korku dolu, “Derhal bu kovulmuşları yakalayın!” diye emir verdi. Müritleri Aybar’ın emrini yerine getirip beş yoldaşını yakaladılar. “Tanrı yoktur diyen bu kafirlere ne yapmalı?” diye sordu, halkının huzurunda Aybar. “Ölüm!” diye bağırıyordu halkı. Halkının dediğini yaptı ve yıllardır yoldaş olduğu, kardeş olduğu bu aydın insanları, halkının önünde biçerek Tanrılığını tasdikledi. Gücü ona olmayacak şeyler yaptırmıştı. Artık geri dönüşü yoktu. Kendi inanmadığı şeye dönüşmüş ve bununla yaşamak zorunda kalmıştı. Anlaşılan vicdan azabı her zaman onu takip ederek, acizliğiyle öldürecekti Aybar’ı.