Sulu Kar, Yapraklar, Toz ve Çiçeklerle Karışık

 Horozun kaybolduğu gün doğmuşum. Kelebek ömrüm, fırtınalı dalgaların getirdiği kıyıda son bulmuş. Yeni hayatımın on yedinci yaşındaydım ve sürüklendiğim yere sığmıyordum. Uzun bir yolculuğa çıkmaya karar verdim…

 Çevresi ürkütücü uçurumlarla kuşatılmış yüksek bir yerdeydim. Rüzgâr beni buraya, yeni bir felaket nedeni olarak savurmuş olmalıydı. Etrafta dağlardan, bir iki yırtıcı kuş sesinden ve koyu karanlıktan başka bir şey yoktu. Uçurumların arasındaki mezarda mum ışığından medet umarak yalnızlıkla dolaşırken, hep aynı yere geliyor, o incir ağacının gölgesindeki derede karar kılıyordum. Ne yapacaktım? İçimdeki his, buradaki sırrın bir taş atımı uzaklıkta olduğunu söylüyordu. Beklemeye başladım… Yıllar geçmişti ve ben, hep aynı noktaya bakıyordum. Saçı sakalı birbirine karışmış pejmürde giysili bir adam, derenin karşısına dökülmüş kömürleri küreyip, yığıyordu. Her gün… Usanmadan yığıyordu… Kışın sulu kar, sonbaharda yapraklar, yaz da toz, ilkbaharda çiçeklerle karışık. Kürediklerini bayır yukarı taşıyor, dağ gibi olana kadar yığıyordu. Kömürler gökyüzüne değecek kadar olup, ilk yerine gerisin geri sürüklenince, tekrar yığıyordu.

 Öğlen olunca kömür madenine inmek, diğer işiydi. Bir gün takıldım peşine. Maden ocağının lağımlarını geçip desandreden aşağıya indi. Deniz seviyesinin altına, karanlığa doğru ilerledi. Galeri boşluğuna varmıştı ve kafa lambasının ışığı kömür damarını aydınlatıyordu. Yüzü kayaya dönük, tanrının huzurundaydı. Onu duyabiliyordum. Ancak ağzından çıkanlar, önce fısıltıya, nihayetinde de sessizliğe dönüştü. Arkasına dönüp başka bir kayanın çatlağına yaklaştı. Kayanın içindeki oyukta beyaz bir ıslaklık vardı. Önce, galerideki kayaların çatlaklarından sızan su zannettim. Ama bu ıslaklık dikkat çekiciydi. Süt beyaz bulut gibiydi. Eğilip diliyle yaladı. Sabırsızdı. İstemsizce saldırıp, kısa sürede bitirdi. Oyuktaki sıvı, çok azdı ve doyumluktu… Bir dahaki sefere kadar aynı oyuk, aynı sıvıyla doluyordu. Bir iki kaşıklıktı. Ama onu içince huzurlu ve doymuş görünüyor, yüzü topaç gibi oluyordu.

 Bir günü diğerinden farklı değildi. Güneş gibi, doğuyor, yükselip batıyor, yeniden doğuyordu. Alaca karanlıkta küremeye başlıyor, kürediklerini yığıyor, gökyüzüne kadar çıkıp gerisin geri sürüklenenleri tekrar küreyip yığıyor, yığılanlar tekrar sürükleniyor, öğlen olunca madene inip, tanrının huzuruna çıkıyor, karnını doyuyor ve geri dönüp tekrar karanlık basana kadar kürüyor, yığıyor, sürüklenenleri tekrar kürüyordu. Kömür kokulu uykusu, karanlık süresi kadardı. Günışığında kara kömürlerle, karanlıkta ise karabasanlarla bir aşağı bir yukarı sürükleniyordu…

 Bir gün, aniden karşısına çıktım. Her zamanki gibi desandreden inmiş galeri boşluğuna ulaşmıştı.

 “Merhaba, burada mı çalışıyorsun?”

 “Hayır. Yukarıdaki depoda çalışıyorum.”

 “Seni gördüm yukarıda, kömür kürüyordun. Neden sürekli kürüyorsun?”

 “Toprağı arıyorum.”

 “Her gün mü kürüyorsun?”

 “Her gün.”

 “Az önce de kaya ile konuşuyordun.”

 “Evet, konuşurum.”

 “O da seninle konuşuyor mu?”

 “Çatlaklarından gelen çatırtı sesleriyle o da benimle konuşur.”

 “Ne diyor?”

 “İncir ağacının yanındaki derede iki tane yılan var diyor.”

 “Yaa! Nasıl yılanlar?”

 “Korkunç, ikincisi en korkuncu.”

 “Peki bu kayanın altında yılan var mı?”

 “Yok.”

 “Ne var?”

 “Su var, içmek için.”.

 “Yukarıdaki dereden neden içmiyorsun?”

 “Dedim ya, kirlendi derenin suyu, mundar oldu…”

 “Kimsen yok mu?”

 “Yok.”

 “Hiç mi?”

 “Babamlar sekiz kardeştir. Çatısı yamalı, tuğladan, küçük bir evde yaşamışlar. Ninem ölünce dedem büyütmüş hepsini. Yılanlar dereyi kirletince, her biri dağıldı işte.”

 “Neredeler şimdi?”

 “Uzaklara gittiler, yıldızların görünmediği karanlık şehirlere.”

 “Karanlıktan korkar mısın?

 “Korkmam… Peki, senin ne işin var burada?”

 “Merak edip peşinden geldim.”

 “Nasıl göremedim seni, etrafımı da iyice kolaçan etmiştim hâlbuki.”

 “Sen beni göremezsin ama, ben seni, kömür kürerken de karanlığa inerken de görüyorum.”

 “Kimlerdensin?”

 “Benim dedem de madende çalışmış. Karısı ölünce, beş kız, üç erkek çocukla bir başına kalmış.”

 “Deden nerede?”

 “Doğru ya! Unutmuşum… Şimdi siz sorunca… Hastanede dedem. Göçükte kaldı. Aslında madene girmesi için bir nedeni yok. Uzun zaman oldu bırakalı. Meraktan işte… Yirmi sekiz gündür komada, beyninde ödem varmış. Yaşamaz diyor doktorlar. Gitmem lazım, onu görmeliyim.”

 “Dede,” diye kulağına fısıldayınca, gözlerini çevirdi.

 “İncir ağacı… Dere…” dedi.

 “Ne inciri ne deresi?”

 “Kömürler bitince… Göğe ulaşınca… Toprak görününce… Kan akıtılınca… Solucanlar çıkacak…”

 Delirmiş gibiydi. Gözlerinden akan yaşlarla konuşuyordu.

 “İçinden su fışkıran toprağı görüyorum… Turna kuşu geliyor. Sular fışkırıyor… Kayısı, mürdüm eriği… Çiçekler… Yerlere serpilmiş, inci mercanlar gibi. Güller… Menekşeler alev alan kükürt gibi parıldıyorlar. Kasımpatlar inci gibi dişleriyle gülüyor. Nergisler hüzünlü gözlerle gülleri seyrediyorlar…”

  “Dede!”

 “Horozu bul… Su…”

 “Tamam dede.”

 “Toprak.”

 “Tamam, yorma kendini.”

 “So… Solu… Solucanlar…”

 Dedemin rüyasından çıkmış, kelebek ömrümün bir gününe geri dönmüştüm…

Yorum bırakın