Kaçmak

Karşımda duran toprak yığınına bakarken üç ayın nasıl geçtiğini düşündüm. Sular hâlâ hızlı şekilde yamaçtan aşağı akıyor, bense sağ ayak bileğim çamura batmış şekilde bekliyordum. Yaklaşık iki saattir aralıksız yağan yağmur, karşılaştığı her şeyi önüne katıp yer çekiminin dayanılmaz etkisiyle tüm köyün üzerinden geçiyordu. Tamir etmek için bir hafta uğraştığım odun deposunun direkleri kırılarak öne doğru yıkılmıştı. Aylarca hayalini kurduğum kümes daha bitmeden devrilen ağacın altında kalmıştı. İlk şoku atlattıktan sonra aklıma Sıla geldi, tam ayağa kalkmaya hazırlanırken istasyona gittiğini hatırladım. Cebimden telefonumu çıkarıp baktım, çalışmıyordu.

Çok geçmeden başımda Ahmet amcanın oğlu Suat belirdi. Ortalık biraz sakinleşince merak edip yanıma gelmiş. Yaba gibi elleriyle belimden kavrayıp kaldırmak istedi. Gözlerimi açıp kısık bir sesle, “Ayağım çok kötü, kaldırma,” dedim. Kendinden emin sakin bir tavırla, “Şöyle doğrul o zaman ben arabayı getireyim. Yenge nerede?” diye sordu. Hafifçe doğrulduktan sonra arkama bahçedeki koltuğun minderlerini koydu, gözümü açıp, “İstasyona gitti, İstanbul’dan misafirimiz gelecekti, telefon da çekmiyor ulaşamadım,” dedim. Eliyle omzumu sıkıp, “Biraz bekle, yol açıksa seni hastaneye indirelim hem yengeyi de alırız,” dedikten sonra önüne toprak ve odun parçaları dolan avlunun üzerinden bahçesine geçti. Yıllardır para biriktirdiğim, aylardır uğraşıp emek verdiğim her şey yerle bir olmuştu. Gözlerimi açmak bu yüzden çok zordu yine de kafamı sola doğru çevirip verandaya doğru baktım, o kadar para verdiğim masif ahşap masa korkuluklara dayanmış ters şekilde duruyordu, tam yanında da koşu bandı… Köyde koşu bandını ne yapacağız sevgili karıcığım? Neyse artık kullanılacak bir halde değil zaten, hava iyice yükseldi tepeden akan sular yavaşlayıp süzülmeye başlamıştı. O esnada telefon çaldı, çıkarıp baktım arayan Sıla’ydı.

Yaklaşık dört dakikalık hayat muhasebemin ardından Suat yeniden geldi. İyice yaklaşıp, “Belediye makine göndermiş, yollar açıkmış. Şu değneği al da ayağının üstüne basma,” dedi. Elini vücuduma sarıp kaldırdı, sola doğru dönüp bahçe kapısına doğru giderken, “Abi senin de şansın işte, yıllardır böyle bir şey olmamıştı,” deyip, hafifçe gülümsedi. “Yengeye de ulaşmış babam, iyilermiş, aşağısı bu kadar kötü değil.”

Cebimdeki telefonu yokladım sonra cüzdanımı aradım en son anahtarı kontrol ediyordum ki “Ev mi kaldı anahtar lazım olsun!” diye düşündüm. Suat ne dediğimi tam anlamamıştı ama sormadı da havuz için ayırdığım boşluğa dolan suyun kenarından geçip bahçeden çıktık. Tek şeritli dar yolun bazı kısımları hasar almıştı. Sallana sallana giderken etraftaki evlerde oluşan hasarı anlamaya çalışıyordum. İçimden; “Bu adamların bahçesinde saksı bile düşmemişken neden benim bunca emeğim yerle bir oldu?” diye geçirdim. Suat geçtiğimiz evlerde kimlerin yaşadığını tek tek anlatıyordu. Öyle ilgimi çekmemişti ki anlattıkları, sinirli sinirli camdan dışarıya bakıyordum. Tek tek söküp özenle temizlediği arabasının koltuklarına çamurlu ve sırılsıklam halde oturtmuştu beni, ayağımın acısı içimi rahatlatan tek şeydi. Bütün bu olaylardan ben sağlam çıksam sinirimden canımı yakacak bir şey yapardım zaten. Acının böyle zamanlarda getirdiği tarifsiz iyileştirici etkisini sonuna kadar kullanırım.

Hastaneye ulaştığımızda hava epey sakindi, damlardan akan sular durmuş herkes işine dönmüştü. En son ne zaman böyle bir hastaneye geldiğimi hatırlamıyordum, kendimi bildim bileli özel sağlık sigortam vardı ama artık İstanbul’a epey uzaktık. Daha kapıdan girerken hastanenin o keskin kokusunu bastıran rutubet kendini hissettirdi. Tansiyonumu ölçen hemşire, “Nabzınız çok yüksek!” dedi. Ayağım kırık ulan ne tansiyonu? Cevap bile vermedim, Suat giriş işlemini yaparken memur ona “Mavi çizgiyi takip edin, röntgen çekilecek, 15 dakika sonra doktorun ekranına düşer,” diyordu. Öyle bıkmıştım ki, “Suat gözünü seveyim tekerlekli sandalye bulalım,” demek zorunda kalmıştım. Röntgen sonucunu beklerken telefonum aralıksız çalıyordu. Sevgili karım ve vejetaryen arkadaşlarını görmeye hiç mecalim yoktu…

Kalacak bir evim yokken bir de bunlarla uğraşacaktım, üstelik ayağım da kırık… Bugün bitmemeliydi, akşam olursa bir sürü çözümsüz sorunla karşı karşıya kalacaktım. Sıla sonunda Suat’a ulaşmış, hastaneye geliyordu. Tekerlekli sandalyede çıkışa doğru giderken Suat’a dönüp, “Hadi gidelim buradan, iyice canım sıkıldı!” dedim. Suat o yersiz gülümsemesiyle, “Yenge geliyor nereye gideceğiz? Hem kırığı olana kelle paça içirilir bizim buralarda. Hasan ustanın dükkâna bir uğramamız lazım çok güzel yapar,” dedi.

Hastanenin otoparkında beklerken üç ay önce bıraktığım sigaraya yeniden başlamıştım. Suat’ın paketinden ha bire yenisini yakıyor, zift gibi dumanı ciğerlerime dolduruyordum. Sonra otoparktan içeri kendi arabamın girdiğini gördüm. Sıla koşup sarıldı, “Ne oldu böyle hayatım?” diye bir takım feryat figan… İlgisini görmezden gelerek, “Arkadaşlarını göndermemiz lazım, bizim bile kalacak yerimiz yok!” dedim ona. Boş gözlerle bakıyordu. “Bir yerde oturalım da konuşuruz, şimdi geldiler nasıl git diyelim?” Nerede oturalım sevgili karıcığım, ayağımda alçı, üstüm başım çamur içinde… Gözlerinin içine bakıp, “Sen onları terminale götür, tren yoktur bu saatte, sonra beni ara,” dedim. Ne de olsa bir kelle paça içip mağlubiyetimi kutlayacaktım.

Binbir zorlukla kendimi otele bıraktırdıktan sonra Suat’ın cebine para sıkıştırmaya çalışırken neredeyse dayak yiyecektim. Adam saatlerce uğraştı benimle, yeni don bile aldı. Siyah poşetlerdeki yeni kıyafetlerimi yatağın üstüne dökünce babama yaptıklarımı hatırladım. Sırf gıcıklık olsun diye İstanbul’da olmayan ayakkabıları beğenir, yazın Almanya’dan gelen halamlara aldırırdım. Şimdiyse taşrada her şeyini kaybetmiş, boktan bir otel odasında birbirinden çirkin şeyleri üstüme giyecektim. Sıla tam zamanında geldi, hayatımı düzeltecek alçı beni pisliğe ve düşkünlüğe mahkûm etmişti. Sıla hiçbir şey demeden siyah poşetlerden birini alçıma geçirip bir ayağım dışarda duşa sokup yıkadı beni. Tırnağı kırılsa dünyayı ayağa kaldıran Sıla, ne hale gelmişti? Galiba buralara uyum sağlamaya başlamıştık ama sorunlarımız bu defa boyumuzu çoktan aşmıştı.

Ne vakit boka batsam yaptığım bir şey vardı, abimi aramak. Durumu ona anlattım. Sabah dokuzda otelin önündeydi, bizi önce kahvaltıya sonra da eşyalarımızı almamız için köye götürdü. Evi gördüğümde tam bir sinir harbi yaşadım, her karışına sayısız emek verdiğim, tüm paramı yatırdığım ev harabeye dönmüştü. Abim öyle alışkındı ki başarısızlıklarıma, hiç şaşırmadı, ağzını açıp iki çift söz söylemedi. Sıla’nın hayal kırıklığı birinci dereceden bir depresyon olarak vücudunda gezmeye başlamıştı bile… İstanbul’a dönsek ne olacaktı ki? İşimizi, taytıllarımızı, maaşımızı geri alabilecek miydik? Ne evimiz vardı ne de paramız kalmıştı. Ayrıca İstanbul’da ev kiralamak NASA’nın Mars görevine katılmak kadar zordu… Ceset gibi duygusuzdum, biraz duygulansam öfkeden dünyayı parçalayacaktım. Suat ve Ahmet amcayla vedalaştık, onlar bile bir şey sormaya korkuyorlardı, anlamışlardı böylesine yıkılmış yüzlerin dönüşü olmazdı.

Ertesi gün kendimi yirmi yıl öncesine uyanmış buldum. Tekrardan “Mesut Taşlı’nın kardeşi” olarak onun himayesinde işe yaramaz küçük kardeştim. Tüm gücümü toplayıp banka hesaplarımı kontrol etme cesaretine sahip değildim ama yine de yapmalıydım. Sevgili karıcığımla abimin evinde sığıntı gibi yaşamak, onun kaldıracağı bir durum değildi. “Ben bunu kaldırır mıyım?” düşünmeden geçtim bu soruyu. Bankadaki parayı idareli harcasak en fazla üç dört ay sürerdi bitmesi. O para da köy evine yapamadığım projelerim için ayrılmıştı. Sıla’nın babası başımıza üşüşüp aşağılar tavrıyla yardımlar teklif edecekti. Ah babacığım, sen bu başarısızlığımı iyi ki görmedin ama veliahdın sessizliğiyle Azrail gibi etrafımda dolaşıyor. Sen yaşasaydın, “Murat, düştüğün yerden kalkmayı hâlâ öğrenemedin!” derdin. Bu durumdan sıyrılmak için beni kimsenin tanımadığı bir yere gidip dilsiz taklidi yaparak ömrümü geçirmeyi tercih ederim ama etrafımdaki herkesin aşağılayıcı bakışları altında sorunlarımı çözmeliydim.

Daha bir adım atmadan Sıla, “İşler düzelene kadar babamlara gidiyorum,” dedi. Kaç karıcığım kaç kurtar kendini, ben bir asalak gibi abimin yanında, kırık ayağımla yaşamaya devam ederim. Sen oraya gider yaşananları anlatırsın da her şey eskisi gibi olur mu? Kafamı yerden kaldırmadan, “Hesapta biraz para var, oradan sana EFT yaparım. Bir ev bakmamız lazım, tabii sürekli bir gelir de… Şu alçı çıkana kadar iş bakacağım, sonrasında her şey düzene girecek,” dedim. İyice uzamış saçlarımın arasına parmaklarını sokup saçlarımı okşadıktan sonra, “Haberleşiriz,” dedi. En azından sevgili karıcığım bu süreçte refah içerisinde yaşayacaktı. Koskoca üç hafta daha durdu alçı ayağımda, bu süre içinde Sıla beni görmek için yalnızca bir kez gelmişti. İlk hedefim iş bulmak ve ev kiralamaktı ama ikisini de yapamamıştım. Tam on yıl boyunca iyi pozisyonlarda birçok başarılı proje yürütmüştüm, en başarısız projem de bütün bunları arkamda bırakarak gitmek olmuştu. Şimdi ne sevgili karıcığıma ne de bu işlere dönmek içimden gelmiyordu, her durum olabilecek en kötü şekilde gerçekleşmişti ve daha da kötüye gidecekti.

Parasız ve başarısız bir hayatı ben kabul etsem bile Sıla’ya bunu teklif dahi edemezdim. Ayrıca Mesut Taşlı’nın kardeşi olmam, iyi bir yerde dolgun maaşla itibarlı bir koltuk işgal etmem zorunluluğunu beraberinde getiriyordu. Ömrüm bunlardan kaçmakla geçmişti, tek bir hatayla tüm kabuslarımın ortasında kalmıştım. Neyse ki bu eski kabuslarımla nasıl başa çıkacağımı biliyordum. Atilla’yı arayıp hastaneye gitmem gerektiğini söyledim, biraz mırın kırın ettikten sonra geldi. Hastanede alçıyı kestiklerinde ayağımda oluşan hafiflik hissi, sanki bulutların üzerine çıktım. Çocukken evdeki tüm yastıkları üst üste koyup en tepesine çıkmayı hayal ederdim, tam olarak oradaydım. Suat’ın verdiği koltuk değneğini alıp odadan çıktım. Atilla eskiden sevdiğim birisiydi, sırf onun hatırına gelmişti, “Ben taksiyle giderim seni daha fazla yormayayım,” dedim. Yalandan nezaket gösterisi “Yok ben bırakayım,” falan derken gitti.

Bütün bunlardan sonra Sıla’nın benden ayrılacağını ve abimin zoruyla plaza hayatıma geri döneceğimi adım gibi biliyordum, çok geçmeden de öyle oldu. İlk olarak whatsapptan gelen boşanma dilekçesiyle karşılaştım. Dünya başıma yıkılsa da biraz olsun rahatlama hissi belirdi içimde, sanki yastıkların en üstüne çıkmışım da dengede duramayıp düşmüş gibiydim… Birkaç gün sonra sevgili abiciğimin bulduğu eve taşınıp, bir arkadaşının şirketinde çalışmaya başlamıştım. Kırk yaşında gururu dahil her şeyini kaybetmiş biri olarak mecbur olduğum hayatı yaşıyor, cehennem gibi trafikte her gün işe gidip geliyor, mailleri check ediyor, projeleri editliyor, meetinglerde sunumlar yapıyor, happy hourlara katılıyor ama yıkılan evimi hiç düşünmüyordum. Çünkü tapusu hâlâ bendeydi, şeytansa çok yakınlarda geziniyordu…

Yorum bırakın