Rauf Bey

İlk etapta duvardaki gravür dikkatimi çekiyor ölü bir kuş.

Oda duvarlarının dipleri nemlenmiş içeride ağır bir küf kokusu hâkim.

Nefti yeşili tekli koltuğun kırık bacağı hemen gözüme ilişiyor, oturup kalktıkça denge yitimine uğruyor olmalı düşüncesi takip ediyor gözlemlerimi.

Beni çalışma odasına alan bakıcı kadın ortalıktan kayboldu, hâlâ ayaktayım.

Rauf Bey’in teşrif etmesini bekliyorum. Çalışma odasının kapısı açık bırakılmış.

Diğer odadan az önce çıkan Rauf Bey’in usul usul bana doğru yaklaştığını görüyorum, halsiz gözüküyor, başıyla selamlıyor beni, tokalaşmıyoruz.

Henüz oturmam için bir yer gösterilmedi ayaktayım, öylece ona bakıyorum.

Bordo röpteşambırlı ihtiyar pek memnun gözükmüyor, burada bulunmamdan rahatsız gibi, hatta bana karşın duyarsız ya da ben öyle vehmediyorum.

Oysa buraya gelirken nasıl da heyecanlıydım, ilk röportajım ne de olsa. Şimdi ise pişmanlık denen his, duygularımın eşiğinde bekliyor.

Sorularım ve soracaklarım birden zihnimden uçup gitti.

Rauf Bey ağzını açıp tek kelime bile etmiyor ben de öyle.

Bir an kolumdaki saate kayıyor endişeli gözlerim, saat 14.30’u gösteriyor.

Benim ise en geç saat 17.00 vapurunda olmam gerekiyor.

Ah! Kâmil Bey ah! Bu henüz İlk röportajım neden beni böyle zorlu bir işe gönderirsin ki? İçin için kızıyorum patrona.

Zihnim sürekli, gözünü seveyim Rauf Bey hadi artık başlayalım, diyor.

Lakin içim bir garip umutsuzlukla savaş halinde, yüzüm şekilden şekle giriyor olmalı, gerildim.

Ellerim huysuz, sürekli parmaklarımı çıtlatmak sinir bozucu bir sesi doğruyor.

Ve ben hâlâ odanın orta yerinde ayaktayım. Bacağı kırık koltuktan başkaca oturulacak bir yer yok!  Ona da Rauf Bey oturdu.

Tam da tahmin ettiğim gibi denge yitimine uğradı koltuk ama bu Rauf Bey’i hiç etkilemedi, kim bilir kaç zamandır kullanıyor bu kırık bacaklı koltuğu.

Sessizliği bozan ufak bir öksürük mü desem yoksa boğaz temizliği mi, emin değilim, olsun, nihayetinde sessizlik bozuluyor olmalı.

Rauf Bey benimle göz kontağı dahi kurmadan Gita’nın bir cümlesiyle başlıyor konuşmasına.

“Ne bu dünya ne öteki dünya ne de mutluluk şüpheye terk edilmiş insan içindir,” dedikten sonra yine susuyor, uzun bir sessizlik, saatin tik takları ve ağır küf kokusu…

Öte yandan yüzüne baktıkça içime işliyor Rauf Bey’in yüzündeki derin çizgiler, yumuşuyorum.

Kasılan sinirlerim gevşiyor bu hissettiğim şey merhamet duygusu olabilir mi?

Önyargımın buz dağı gibi yavaş yavaş eridiğini hissediyorum gözlerimin kıyılarında her an bir tsunami kopabilir.

Rauf Bey’e karşı rengârenk ilgi dokumaya başlıyor zihnim, karşı koymaya çalışıyorum ama nafile bir şey var onda beni çeken.

Gözleri yorgun, dudakları renksiz bir ihtiyar oysaki.

Çok önceden onun hakkında birçok şey duymuştum.

Üsküdar’ın en eski sahaflarından biriymiş, her kim nadir bir eseri bulmak istese onun dükkânında bulabilirmiş. Rauf Bey oldukça bilgili ve de güngörmüş bir İstanbul beyefendisiymiş vs.

Evet, suskun ve kararlı halinden anlaşılıyor, tam da anlattıkları gibi biri var karşımda, odadaki kitaplığa bakılırsa birçoğunu okumuş olmalı.

Onun bilgisini tasavvur edememek kaygı veriyor bana.

Ne soracağım bu adama ya sorularımı komik bulursa? Ya cehaletim sorduğum sorularda ayan olursa of! Yine gerildim iyi mi? Rahatsız ettiğim için özür dileyip hemen odasından sıvışsam mı acaba?

Belki kendimden kaçıyorum kime ne? Buradan uzaklaşmak istiyorum, ardıma bile bakmadan koşmak koşmak…

Bu düşüncelerden hemen silkinmem gerek, ilk işinden kaçar mı insan? Hem sonra patronuma ne derim…

Kendi kendimi kınıyorum için için.

Kendine gel!

Suskunum ama kahrolası zihnim hiç susmuyor.

Neredeyse bir iki cümle daha kursun diye dizlerine kapanıp yalvaracağım.

Ah! Soru sormak için dilim bir çözülse…

Gittikçe daha zor ayrıştırıyorum hazırladığım soruları.

Çömez sen de, diyorum kendi kendime, dilini mi yuttun ne!

Sesim çıkmıyor, sözcüklerimi şu küflü duvarlar mı yuttu yoksa.

Belki de ayağı kırık koltuğun altına kaçtı sorularım.

Bir taraftan da daha çok hislerime yoğunlaşmış buluyorum kendimi.

Bir şey daha mırıldanıyor Rauf Bey belli belirsiz.

Soluğuna ve renksiz dudaklarına odaklıyım, pürdikkat.

Sesi evet! Evet! Tellerine doğru basılan bir enstrümandan çıkan nota gibi ilişiyor kulağıma.

“Nedeni teşhis edilebilir haller verimli değildir,” diyor. Fazlaca etkileyici buluyorum bu sözü.

İnleme gibi, sayıklama gibi, netliği kendi içinde kaybolmuş bu seste yitiyorum.

Eskipüskü kitaplar ilişiyor gözlerime bakışlarım haylaz çocuklar gibi yerinde durmuyor.

Kim bilir kaç kez dokundu eprimiş sayfalara şimdilerde biçimleri bozulmuş şu ihtiyar parmaklar.

Elleri dizlerinin üzerinde bir ileri bir geri gidip geliyor dizleri sızlıyor olmalı ihtiyarlık zor…

Adetler ve inançlar karşısındaki duruşunu merak ediyorum aslında.

Bu aşırı hassas ve bilge adamın birikimlerine iyice merak salıyorum.

Bacağı kırık koltukta yarı uykulu yarı uyanık oturan adama karşın tuhaf bir muhabbet duyuyorum, çok ilginç.

Artık ne saat ne de vapur umurumda.

Bir ara derin bir uykudan uyanır gibi silkiniyor, merakla yüzüne bakıyorum, ağzından çıkacak her cümle, bana lütuf niteliği taşıyor.

“Acı çekmemiş kimse varlık değildir,” sözü yüzüme tokat gibi çarpıyor, irkiliyorum.

Geldiğimden bu yana söylediği sözleri, bir ömür tahsil edilir nitelikte buluyorum.

Daha fazla onu yormamak adına müsaadesini istiyorum, oysa kal dese bir ömür yanında kalabilirim bu ihtiyarın.

Röportajmış, kimin umurunda.

Rauf Bey’in odasından ayrıldığımda, düşüncelerimdeki sis bulutlarının dağılır olduğunun ayrımına varıyorum.

Onun mücadelesinin dünyayla ilgisi olmadığına, onun daha büyük bir şeyle, dünya yorgunluğuyla mücadele ettiğinin kanısına varıyorum.

Yorum bırakın