Günümüz perspektifinden baktığımızda “aylak” boş dolaşan, işsiz, işe yaramaz gibi anlamlarda kullanılırken “aylaklık” ise boş dolaşma, işsiz güçsüz dolaşma eylemlerinde bulunma olarak anlaşılıyor. Modern ve hatta Post-modern çağda, post-modern çağın (ve elbette kapitalizmin) belirlediği sosyo-ekonomik koşullarda yaşayan bizler için aylaklığın (verilen anlamlarıyla) bizlerde iyi bir intiba uyandırmaması, elbette çok normal. Aylaklık cansız varlıklara, bitkilere ve hayvanlara dair bir niteleme olmadığından, insana dair bir niteleme olduğundan yani toplumsal ve ekonomik yaşama birlikteliğine dair bir özellik olduğundan dolayı, konuyu biraz daha derinlemesine; yani fayda-zarar, iyi-kötü ve hatta üretkenlik bağlamında değerlendirmekte fayda görüyorum.
Kapitalist yaşam içerisinde bir toplumun ferdi olmak, aynı zamanda akıp giden zaman içerisinde bir iş yapmak, bir işe yaramak ve hatta bir kimseye ya da bir firmaya (kâr anlamında) faydası olmakla eş değerdir. Dolayısıyla “aylaklık” toplumun yani genel kanıların ve alışkanlıkların perspektifinden bakıldığında, toplum-dışı olmak demektir. Tarih boyunca çeşitli coğrafyalarda çok farklı topluluklar, bir düzen içerisinde ve belirli kurallar çerçevesinde yaşamışlardır. Bu kurallara uymayan ya da eleştiri getirerek farklı açılardan yaklaşan insanlar her zaman olmuştur. Soyut düşünmenin filizlendiği coğrafya olan Antik Yunan’da M.Ö. 5. yy’da “Sofistler” olarak da bilinen filozoflar, (Protagoras, Gorgias, Kallikles, Simonides ve diğerleri) para karşılığında felsefe öğreten gezgin felsefecilerdir. Atina’da çağın önde gelen bu düşünce insanları, ilk kez “insan” merkezli felsefe yaptılar ve toplumun var olan değerlerini eleştirerek Yunan Aydınlanmasına katkı sağladılar. Gelin görün ki kimi zaman çağdaşlarından kimi zaman da sonraki dönem düşünürleri tarafından, büyük eleştirilere hatta hakaretlere maruz kalmışlardır. Sofistlerden sonra insan merkezli felsefeyi sistematik hale getiren Sokrates, dönemin yöneticileri tarafından “toplum-dışı” bırakılarak, Tanrılara şirk koştuğu ve gençleri yoldan çıkardığı gerekçesiyle cezalandırılmış ve baldıran zehri içirtilerek devrin erki tarafından idam edilmiştir.
Sokrates’in savunmasından: “Ben kendimi, Tanrı’nın, devletin başına musallat etmek için yarattığı bir at sineği olarak görüyorum. Ben her gün her yerde sizi dürtükleyip sarsıyor, sıkıştırıyor, azarlıyorum; peşinizi bırakmıyorum. Benim gibi birini kolay kolay bulamayacaksınız. Demek ki beni dinlerseniz, beni, kendi iyiliğiniz için korumuş olursunuz. Ama belki de ansızın uykusundan uyandırılan biri gibi, öfkelenerek, Anytos’un dediklerine kulak verip kendinizi korumaya yönelecek, beni düşüncesizce ölüme mahkûm edeceksiniz ve Tanrı size acıyıp başka bir at sineği gönderinceye kadar, hayatınızın geri kalanında gene uykuya dalacaksınız.”
Platon ve Aristoteles gibi filozofların hocası olan ilk büyük sistem filozofu Sokrates, okullarının devamı olan Kinikler üzerinden devrinin önemli “at sineklerini” üretmeye devam etmiştir. Kinizmin en önemli temsilcisi olan Sinop’lu Diyojen bir fıçıda yaşamış ve tüm toplumsal değerlere ve toplumsal gereksinimlere karşı durarak, kendi kendine yetmeyi, doğal ve sade yaşamayı ön plana çıkarmış, doğal evredeki bir özgürlüğü savunmuştur. Bu anlamda Diyojen bir “at sineği” ya da “aylak” olarak nitelendirilebilir.
Modern çağa gelinceye kadar dünyanın birçok bölgesinde aylak at sinekleri toplum-dışı oluşlarıyla, çağın genel kanılarına aykırı fikirler öne sürerek, içinde bulundukları toplulukları, kurumları, hatta devletleri “dürtüklemiş” ve sarsmıştır. Tıpkı Sokrates’e yapıldığı gibi tarihte birçok “at sineği” devrinin insanlarınca “işe yaramaz” veya “boş konuşan” olarak nitelendirilmiştir. Aylakları toplumdaki normal insanlardan ayıran özellikler nelerdir? Peki bu “aylaklık” ya da “at sinekleri” gerçekten toplumlar için faydasız denilebilir mi?
Yalnızca fikirleriyle değil çoğu zaman giyim kuşamları, davranışları ve hareketleriyle, nasırlaşmış kurallara aykırı olan aylakların en büyük farklılığı “boş zaman” sahibi olmaları ve bu zamanı istedikleri şekilde değerlendirebilmelidir. Mevcut kapitalist sistemin en büyük dayatmasının zaman olduğu düşünüldüğünde ve insanın en değerli şeyi olan zamanın sistem tarafından olabildiğince fazla kullanılması söz konusu olduğunda, aylaklar bu sistem için adeta at sinekleridir. Üstelik bu aylak adamlar yalnızca sistemin kurucuları tarafından değil, “normal” denilen insanlar tarafından da dışlanır ve çoğu zaman sevilmez. Çünkü bu aylaklar, “vakit nakittir” sloganına inat, gezip tozmakta, özgür özgür dolaşmaktadır ortalıkta. Yaşamdan haz almaktadırlar. Çoğu “normal” kişinin erişemeyeceği ve erişmeyeceği denli bir özgürlük. Kimi aylaklar bu boş zamanlarında genel kanıların ötesinde bir sanat yahut düşünce üretiyorlarsa, işte o zaman bu aylakların “ahlaksız” ve “kötü” olarak nitelendirilmesi için yeterli sebep oluşmuş demektir.
At sineklerinin oldukça boş zamanı vardır ve bu sebepten ötürü can sıkıntısı yaşarlar genellikle. Üretkenlik için can sıkıntısı adeta itici bir güçtür. Yüksek düşünce ve sanat için en büyük fırsattır boş zaman. Canı sıkılan “at sinekleri”, genel kanıları eleştirip, dönüştürürler. Sözle, sazla, şiirle, yazıyla olabildiği gibi resimle, heykelle yahut felsefeyle de olabilir bu dönüşümlerin kıvılcımı. Tiksindirir at sinekleri. Köhnemiş zihinlerin, uyuşmuş bedenlerin ve kokuşmuş kurumların üzerlerinde kanat çırparlar. Esas tiksinilmesi gereken onlardır oysa. Şimdi’nin, burada’nın ve hatta hemen’in ruhu dünyanın etrafındaki iyonosfer misali öylesine sarmıştır ki herkesi, bir katman ilerisini göremez kimse. Çoğu zaman “iyi”, “doğru” ve “güzel” karşıtları olarak nitelendirilen eylemlerde bulunsalar da toplumların “at sineklerine” ihtiyacı vardır. Olur da bir gün tepenizde dolaşan bir “at sineği” görürseniz, kanat çırpışlarına bir kulak vermeli, öldürmemeli, dışlamamalı, aksine “hepimizin irkilmesine” vesile olduğu için minnet duymalı.