Sadece tek bir ülke var; yeryüzü.
Sadece tek bir ulus var; insanlık.
Sadece tek bir kader var; sevgi.
Dr. F. M. Wibaut
Yarın ne yapacağını bilmemek kadar kötü bir şey yok. Umarsızlar anlamazlar bu hâli. Onlar için gün doğmadan doğacak fırsatlar kapılarında bekliyordur, başlarına kötülük gelmesi ihtimaline de kördürler. Seçeneksizsen, gelecek züldür. Öyle bir andı. Andaki hâl…
Hâli, hâl değildi. Oyuncakları yıkıntı altında, kendiyse bilmediği yoldaydı. Gözü aklının almadığı şeyleri gördü, yaralandı. Zaman ilaç olacak mıydı? Cevabı muğlâk bir soru bu. Doğduğu coğrafyanın çocuklarına haramdı çocukluk, büyüyüverdi. Yaralı…
Yarası kanıyordu. Zaman kışla inat edip geçmek bilmezken bahar kapıya dayanıp soğuğun acımasız yüzü geride kaldığında inanılmaz bir açlıkla akıp durur. Akıştaydı, nereye götürecekse boynu kıldan inceydi, yol da almıştı. Zor…
Yolculuk zordu. Canından koptuklarını yitirmişti. Canının kıymeti yoktu. Kendiyle aynı dili konuşanların kanatları altına sığındı. Paylaştıkları kaderleri belirsizdi. Bilinmezde yalnız olmak iş değildi. Eksildikleri halde ilerlediler aylarca. Bilinmez…
Yol bilmedikleri denize çıkmıştı. Deniz soğuk ve karanlıktı, cebelleştiler onunla. Kara göründüğünde beraberce ağladılar. Unuttukları şey aydınlıktı. Yarın…
Yarın kof bir boşluktu. Hava baş döndürücü yumuşaklıkla sarmaladı bedenini. Kulağında tuzunu tükürdüğü maviliğin yorgun şıpırtısı, başı ıslak kumda, gözleri kapalıydı, sırılsıklam cismiyse boylu boyunca serili. Genzine dolan yosun kokusundan gayrı dünyanın geri kalanı onu ilgilendirmiyordu. Yorgun…
Yorgun kirpiklerinin arasından sızan güneş gölgelendi. Araladı göz kapaklarını. Dimdik bakan kızgınlığın önünde nizami uçan sessiz sürüyü gördü. Köpek olsaydı sevinçten kuyruğu tir tir titrerdi, değildi. Alev almıştı doğduğu toprak, terkti tek çare; büyükler öyle demişti. Sürüsünden ayrı düşmüş yaralı bir hayvan gibiydi, ne acısını ne de coşkusunu gösterebilirdi, onları ciğerinde hapsetmeliydi. Sevinci yitip gitmişti çoktan. Yitik…
“Leylekler! Hoş geldiniz,” dedi kendi kendine. Nerede kaybettiğini unuttuğu neşesi kendini hatırlattı. Uzun gagaları seçti, yüzüne sıcacık bir gülümseme oturdu. İçine saklanmış iğne batıkları dürttü, yutkundu. Gülüşü silindi. Duyulacağından korkarcasına, yarım yamalak “Ben de,” dedi. Kırgın…
Kırık döküktü. Günlerin çetelesi için aklına hâlâ güveniyordu. Yirmi sekiz Şubat’tı, cemrelerin ilki düşmüş, kışlıklardan havalananlar yolu yarılamıştı. “Uğurlar olsun,” dedi sesle, sessizce yineledi “Uğurlar olsun!” Uğur…
Uğurlu sürü eksik gelmişti. “Hicret,” derken hışırtılı sesi geniz boşluğunu terk-i diyar etti. Tamamlanmak için dökülmüşlerdi yola. Kiminin kanadı bir dağ başında takılacaktı kuru bir dala, kimi savrulduğu çatıda radyo anten telinin esaretinde sürünecekti belki, adını da Hacı koyacaklardı belki ama varanlar olacaktı hep, onlar umuttu. Ne gelecekse gelecekti başlarına. Onlara olacaklar fıtratlarında, kanatlarının altına sığdırdıkları gökyüzünde gönüllü ilerliyorlardı başlangıca. Terziye “Göç,” dediklerinde, “İğnem başımda,” dermiş ya işte öyle hazırlar oradan, oraya. Yolun piri olmuş güruh için gitmek damarda kandı. Otuz iki boğumlu, iki bacaklıysa yutkunmadan yola düşemez, hele ki dönüşü yoksa gönüllü değilse… Nerdeyse homurdanarak “Her yer insanın, insan hiçbir yerin,” dedi, oysa çocuktu daha. Yabancı…
Yolun yabancısıydılar. İçlerinin yangınını söndürecek suyla boğuşmuşlardı. Yenik düşmüştü çoğu yarı yolda. Adını Murat koydukları meçhuldeydiler. Uçarı sürüyle bir değildi kaderleri. Kader…
Belli ki kaderi yanlış elde yazılmıştı. Kırlangıç çığlıkları çalındı kulağına. Kısacık kanatlı yaygaracılar için yol uzundu. Sessiz leyleklerin rüzgârına katılıp yol tamamlamaktı emelleri. Rotayı hayli zaman önce soluklana soluklana yarılamışlar, yollarına ortak olacakları sürüyü pusuda bekliyorlardı. Sesleriyle eşlikçisi olacaklardı onların. Gitmek gerekiyorsa farz ise yolculuk, sabırla beklemek lüzum eder, ona katlanmak da… Kırlangıçlar hazırdı. O hazırlıksız yakalanmıştı, yolun yarısında bekleyeni yoktu, yolda yoldaşlarının heba oluşuna tanıklık etmişti. Hiç ağlamamıştı, hiç. Hayal edemeyeceği kadar karanlıktı yol ama o oradaydı. Sabır…
Kanatlı takım tabiata boyun eğip düzeni sabırla koruyordu, üstelik birbirinden uzak yakalarda. İnsan evlatları ya tabiatı kendilerine benzettiklerinden ya da türlü çıkar oyunlarına oyuncak ettiklerinden, odlarını da ocaklarını da dar etmişlerdi kendilerine. İki yakaları denk gelmeyecekti böyle giderse. Küçük yolcu yolun boyunduruğunda olsa da yılgın değildi. Akıllı hayvan dünyanın yüzkarası. Yüzkarası…
Yüzünün karasından uçanların gölgeleri geçip gitti. Kırlangıçlar cayırtıyla havalandı, yetiştiler yollarına ortak olacaklara. Bulutlar güneşin ışıltısını sırtlayıp mavi-beyaz kâğıt kırpığı gibi saçıldı arkalarından. Yattığı yerdeydi, üstüne konup kalkan sineklerin sesini dinlemeye koyuldu. Dünyanın geri kalanı yalandı. Yalan…
Üstüne düşen siluetin eli ona uzandı. Bildiği hiçbir şey söylemedi ona, yüzünde yalan görmedi. Tutundu. Doğruldu o elle. Ufuk çizgisinde kıpır kıpır uzaklaşan karaltıya doğru el salladı önce. Silkelendi. Islaktı. Üşümüş olduğunun ayırdına vardı. Feci üşümüştü cebelde de. Kömüre aç teneke odunları bir çırpıda yutmuştu. Anca kendini ısıtmaya yetmişti çabası. Ateş içinde uyanmıştı. Babasını bir ateş topu yutmuştu çoktan ama anası hayattaydı o zaman. Gözleri bulutları yarıp geçen bomba yüklü uçakları takipteydi hep. Gördüğü kusursuz bir karanlıktı. Karanlık…
Devir akacak, enginde kaybolanların izleri kara kara, kıpır kıpır düşecekti yine karaya, denize. Ama muammaya gidenler gelmeyecekti. Eksilmişti. Eksik…
Bir bacağı eksik kedi yanından seke seke geçti, serdi kendini kuma, yalanmaya başladı. Balıklar insan ölüleriyle doyuyor. İnsanlar birbirini yemekte, kedinin umurunda değildi hiçbir şey. Ölüm…
Eli yabancı elde, gözü onu yabancılayan kalabalıktaydı. Ölümcül sessizlikleri ürküttü onu. Pabuçları ayağına büyüktü, içlerine kum dola dola uzaklaştı denizden. Uzaklardan onları kucaklayıp taşıyan sandal yan yatmıştı. O sağdı, döneceğe yere uzaktı. Hayat…
Yaşamak karaborsada olsa da hayattaydı. Yolun sonu neresi? Varacağı yerin önemi yoktu. Orası için çıkmamıştı ki yola. Gözü gördüğünü unutacak mıydı? Umut…