“Yıkım gelince korkmamamız gerekir.”
İyoni 5-21
Günlerce badem soyardık. Tek tek, içinin ince kabuklarını henüz nemliyken özenle soymalıydık. Bademlerin iç kabuklarını soyma işlerini, bizim gibi orta yaştaki çocuklara verirlerdi. Küçüklerin o kadar çok bademi soymaya gücü yetmez, büyük çocuklar ise, parmakları kalınlaştığı için biraz hoyratlaşır bademlere zarar verebilirlerdi. Yedi sekiz yaşlarında olanlar bu iş için uygundu.
Yetimhanenin en büyük geliri, özellikle bayramlar için yapılan badem ezmesi ve reçelleriydi. Yakında Pesah bayramı vardı. Hepimiz hummalı bir çalışma içerisindeydik. Bademleri büyük metal tepsilerle önümüze yığardı Madam Sara. Boyumdan büyük badem dağları olurdu. Soy soy, bitmezdi.
O bakmazken aşırabildiğim kadar bademi külotuma doldururdum. Bir seferinde çamaşırımdan aşağıya kayan birkaç bademi, az kalsın görülecek diye ayağımla itivermiştim masanın altına, nasıl da ter dökmüştüm kontrol sırasında. Saklardım çünkü soyma işi bitip odalarımıza dönerken, ceplerimiz iyice aranırdı bakıcı kadınlar tarafından. Madam Sara bir tane badem bulmaya görsün!
Kimse cesaret edemezdi tek bademi bile atmaya cebine, hatırlamak dahi istemiyorum.
Saklayabileceğim en iyi yer orasıydı. Herkes yatağına çekilince, kaçırdığım bademleri iyice yıkadıktan sonra battaniyemin altında ses çıkarmadan gizlice yerdim. Yasak bademlerin tadı bir başkaydı. Uzunca yıkayıp, biraz da içine su çekince, taze gibi oluyordu, doyamazdım onları öylece yemeğe.
Battaniyenin sıcaklığı, altında yenen bademlerin, tadı, kokusu, yuva gibi hissettiriyordu. Canım istediğinde, istediğimi yiyebilirmişim gibi. Ev gibi… O gecelerde tok uyumanın verdiği rahatlıkla hemencecik uykuya dalardım, huzurlu ve sıcak. Aşırdığım bademlerin tadı ve kokusu, annemi hatırlatıyordu. Silik bir tatlı badem kokusu… Şefkatli, taze, yumuşak. Onun gibi.
Şimdi ise pencereden dışarı bakıyorum. İstanbul boğazı bir sis perdesinin ardına gizlenmiş gibi. Zaman zaman bulutları delip geçen ışıklar gökyüzünde belirdiğinde, Çamlıca caminin o iğreti silüeti görünüyor, dev gri bulutun içinden geçmeye çalışan transit gemilerin iniltili düdüğü duyuluyor. Hava soğuk ve nemli. İçime işliyor. Ürperiyorum…
Ayaklarıma örttüğüm battaniyeyi omuzlarıma doğru çekmeye çalışıyorum. Halim yok. Yapamıyorum. Pencere pervazında duran bakır tabağın içine bademler duruyor. Mari onları suyun içine koymuş, tazelensin, öyle daha çok severim diye. İstediğim kadar yiyebilirim artık. Ah, ama canım çekmiyor… İçim almıyor. Çiğneyecek gücüm, dermanım yok.
Ben gittikten sonra, pencerenin yanındaki deri koltuk boş kalacak. Kahverengi, hantal, yazın sıcakta bunaltan. Yine de onu seviyorum. Pencere pervazına dayanıp geçen gemileri izleyebileceğim evdeki tek koltuk bu. Yüksek, heybetli… Ağırlığımla ezilen minderi, başımı koyduğum yerde koyu, kocaman ter lekeleri ardımda kalacak. Bir de dizlerime örttüğüm, Raşel’in doğum günüm için bana ördüğü battaniye, koltuğun kenarında, öylece …
Zamanım hızla doluyor. Böyle bir anda duygusallık ve hüzün yaşamam doğal olmalı.
Buna kaptırmamaya çalışıyorum kendimi. Ama birden aklıma üşüşüyor anılarım. Sevdiğim şeyler, insanlarım, adımladığım kentler, kokular, tatlar… Bir de bu badem kokusu ve ağzımda ansızın beliren taze badem tadı, beni rahat bırakmıyor.