Ayağına birkaç numara büyük gelen siyah lastik çizmeleriyle çamura bata çıka koşuyordu Samet. Yağmur geceden beri bardaktan boşanırcasına yağmış, lakin bulutlar ağlamaktan yorgun düşmüş olacak ki son birkaç saattir sadece uzaklardan gök gürültüleri duyulur olmuştu. 35 numara ayakların altında ezilen çamurun çıkardığı vıcık vıcık sesler, sabahın erken saatlerinde yer yatağında uyuyor numarası yaparken duyduğu ve kulağına yapışan mırıltıları bastıramıyordu.
“Tarlanın ortasındaki büyük zeytine sırtını dayadın mı kuzey yönüne doğru on adımmış, dedi Süleyman Emmi. O da muhtarın oğlundan duymuş. Bula bula o Abbas mendeburunun tarlasını bulmuşlar onca altını gömecek!” dedi babası köpük köpük sıkıntı bulaşmış bıyıklarının altından.
“Yani, bayağı çil çil altın mı gömmüşler küplerle diyorsun?” diye fısıldadı annesi, göz ucuyla yer yatağında kolları bacakları birbirine karışmış halde uyuyan üç çocuğuna bakarak.
“Kaç kişiden duydum işte, yalan olacak hali yok ya!”
“E sen sabah tarlada işlenirken çaktırmadan eşeleyip bir baksan ya Kâmil!”
“Ben başkasının malına göz dikmem Füsun. Sonra fitil fitil burnundan gelir bu sabi sübyanın. Hem bunca dedikoduya Abbas göz açtırır mı? Silahlı itlerini dikmiştir her yere!”
Annesi derin bir nefes vererek saten yorganın sıcağına gömdü kendini. Babası da hızlanan soluk alıp verişleriyle yorganın içinde iyice sokuldu annesine. “Yine güreş yapacaklar galiba,” diye sımsıkı yumdu gözlerini Samet. O sırada uykudaki kardeşinin ayağı burun kemiğine sertçe çarptı, acıdan üzerindeki yorganı dişledi, gözüne yaşlar hücum etti ama yine de açmadı kara gözlerini. Ta ki yan odadan anlamsız sözcüklerle bağırmaya başlayan dedesi yeri göğü inletene dek.
“Eyvah ki ne eyvah!” dedi annesi panikle. “Koş Kâmil, konu komşuya rezil olacağız yine! Her gün aynı şey, bıktım yemin olsun!”
Babası yorganı üzerinden atıp koşarak dedesinin yanına giderken, Samet de yer yatağında doğrulup oturdu. Zonklayan burnunu ovuşturdu. Yatak odasının küçük penceresinde asılı, üçgene benzer dantelleri aşağı sarkan tığ işi perdeye takıldı gözleri.
“Anne, dedem niye böyle oldu?”
“Ah be oğlum, hastalık işte… Büyük şehre iyi doktorlara göstermek lazım dedeni amma nerde bizde o kadar para?”
Samet yavaşça yataktan çıkıp yer tahtalarının gıcırdayan yerlerine basmamaya özen göstererek yan odaya geçti. Yatakta gözleri kapalı, kıpırtısız yatan dedesine baktı. Sanki az önce bağıran o değilmiş gibi aniden sakinleşivermişti adamcağız. Babası da ayakyoluna gitmiş olmalıydı ki görünürlerde yoktu. Yavaşça yatağa yaklaşıp dedesinin yorganın üzerinde duran mavi damarları yol yol kabarmış zayıf elini tuttu. Geçmişin anıları el ele tutuşup çıkageldi bir bir… “Trak, Trak, Traktör çalışır!” Dedesinin kucağında traktörle gezdikleri gün ne çok gülmüşlerdi. Hele dedesinin ona tüfeğini verip bahçedeki korkuluğa ateş ettiği o ikindi: “Asker Samet, nişan al, ateş!” Sonra ahırda inek sağmayı öğrettiği o süt kokulu gün: “Memeye asıl, çek!” Gözlerinden birer damla yaş aheste aheste yola çıkıp aceleyle aktı çenesinden. Derdine derman olmalıydı biricik dedesinin.
İşte orada düştü aklına ne yapacağı. Pijamalarıyla kapıya koştu. Lastik çizmelerini geçirdi ayağına. Kapıyı arkasından sessizce kapatıp bahçeye çıktı. Mis gibi toprak kokuyordu ortalık. Hava hâlâ tam aydınlanmamıştı. Dağların doruklarına oturan sise baktı Samet. Ürkütücüydü ama korkmadı. El yordamıyla küçük küreğini buldu güllerin dibinde. Maviye boyalı demir bahçe kapısının sürgüsünü çekip çıktı dışarıya. Kısa bir süre sağına soluna bakındı. Ne yöne gideceğini kestirmesi uzun sürmedi. Köyü avucunun içi gibi bilirdi. Yağmurun doldurduğu su birikintilerinin içine gire çıka koşmaya başladı. Islanan pijamasıyla sabah serinliğinde ürperdi. Dudaklarının üzerine doğru kayan sümüğünü hızla geri çekti burnundan içeriye. Koşmaya devam etti.
Tel çitlere vardığında nefes nefeseydi. Ellerini ve başını yaslayıp soluklandı birkaç nefes. Kalbinin çılgın atışları kulaklarında çınlıyordu. Çitlerin alt kısmındaki bir boşluk dikkatini çekti o sırada. Tam da sığabileceği kadar bir delik… “Gelincikler yapmış olmalı,” diye düşündü. Sonra zayıf bedeniyle yavaşça süzülüp geçti delikten. Artık Abbas’ın tarlasındaydı.
Etli dudakları düşünceli düşünceli büzüldü: “Büyük zeytin ağacı. Ağaçtan on adım kuzeye.” Gökyüzüne doğru kaldırdı başını. Yıldızlar sönmüş müydü? “Kutup yıldızını bulursam kuzeyi de bulurum,” dedi yüksek sesle. Kendi sesi bir uçan balon gibi havaya salınınca telaşla ağzını kapattı sağ eliyle. Az daha yürüdü ve yemyeşil yapraklarıyla heybetli zeytin ağacını gördü biraz ötede. Yüzü aydınlandı. “Zeytin ağacı kutsal ve ölümsüzdür,” demişti dedesi ona bir zamanlar. Şimdi hatırlamıştı bunu. Ve artık daha iyi anlıyordu nedenini.
Ayağına birkaç numara büyük gelen siyah lastik çizmeleriyle çamura bata çıka ağaca doğru koştu Samet.
O sırada bir silah patladı ve yankılandı sonsuz sessizlikte. Sonra sustu her şey. Zeytin ağacının anaç kökleriyle sarmaladığı koyu gri çamurlu zemin kızıla boyandı. 35 numara lastik çizmenin sol teki bir çamur öbeğine yapışıp kaldı, sağ teki burnunu çamura gömdü. Ağacın dallarından bir karga havalandı gürültüyle. Parlak bir şimşek çaktı uzaklarda…
Çok beğendim.Uslup, yazarın dili ,duyguları çok iyi geçiyor okuyucuya.Kalemine yüreğine sağlık.