Ruhlar vardı, hür olmak isteyen; maskeler vardı, bu ruhların özlerini gizleyen. Benlikler vardı, çırpındıkları yerden kurtarılmayı bekleyen. İnsanlar vardı; cesaret, onlar için biçilmiş kaftandı. Cesur oldukları için, kan damarlarında çağlardı âdeta.
Yazımın başlığını, “nühüfte” koymam da insanların taktıkları maskenin sırlarından dolayı aslında. Nühüfte, “saklı, gizli” anlamına gelir. Eksik bir şeyler vardı bu insanlarda, çözülmeyi bekleyen gizler mesela. Tıpkı DNA’larımızdaki henüz keşfedilmemiş kodlar gibi merak uyandıran, lâkin, okunması zor yazılar misali.
Örneğin, ben duvar örerim, veyahut da kapılarımı kapatırım öyle zamanlarda. Kimsenin beni okumasını istemediğim o anlarda, set çekerim insanlara. Susarım, suskunluğum dönüşür uzun bir sükûnete. Kalbim ve ruhum da demir atar o gürültülü sessizliğe, benimle birlikte. En çok da buna memnun olurum belli etmesem bile. Çünkü bilirim ki kalbim konuştuğu anda, mantığım devre dışı kalacak, bilirim ki ruhum isyan ettiği anda bu sessizlik son bulacak. Kayboluyorum bu dinginlikte, bulunmak istemem bir süre.
İnsanlara acılarınızı gösterdiğiniz zaman, bunu “zaaf” olarak görürler ve ilk saldıracakları yer, daima o yaranız olur. Kabuk bağlamış olan o yara, öyle derininize kazınmıştır ki, soyulduğu anda hemen kanamaya başlar. Acı ise, firar etmenin yollarını arar o anlarda. Dizginlenemez, hapsolduğu yerden kaçıp gitmek ister çığlık çığlığa. Sonra da canınız yanar, güveniniz kırılır ve kalbiniz ağrımaya başlar sebepsiz bir şekilde. Aslında nedeni yeterince açıktır, ama insan konduramadığı için bunu hemen kabullenemez.
O yüzden son zamanlarda şu mottoyu sık sık kullanır oldum; “İnsanlar unutmaz, sadece erteler.” Acıyı, aşkı, özlemi, aileyi… O kadar çok kelime var ki, bu cümlenin arkasına sığınan; derin ve birçok kavramı barındırabilen bir cümle çünkü.
Yaşananlara, hayata, insanlara kırgınsa bir gönül; kan ağlar. Şüphesiz ki, güvensizliğin payı da oldukça büyük böyle olmasında. Shakespeare boşuna dememiş, “Güven ruh gibidir, terk ettiği bedene asla geri dönmez.” diye.
Unuttuğumuzu zannettiğimiz, geçti sandığımız; lâkin, acısı hâlâ taze olan ve “asla geçmeyen” o mâzi, yeniden kendini belli etti işte. Hayâl kırıklığı ile dolu olan geçmiş, insanı bir yerde yine gafil avlayıverir. Buradan da anlıyoruz ki, geçmedi. O geçmişin üstüne zaman devrildi bir kere, geçer mi hemen öyle? Arkasına sığındığımız maskeler, bizi o geçmişten korumaya yeter mi? Hele de o geçmiş, hâlâ is kokuyorsa ve bize tozlu rafların arasından göz kırpıyorsa…
Hiçliğin ortasında, zemheri bir havada kalakaldık. Bedenimiz kaskatı, tir tir titriyor bu kara kışta. Ama ruhumuzun da bundan bir farkı yok; üşüyor, yitip gidiyor anılar canlandıkça. Birer birer eksiliyor hislerimiz içimizden, yazdıkça tükeniyor kelimelerimiz. O hâlde, nerede o güven dolu kalkanımız? Yerle yeksan oldu, tek bir dokunuşla. Mâzinin eli değdi çünkü o maskeye, acılarımıza. Dokunduğu yeri yaktı geçti, kül etmeden bırakmadı benliğimizi. Sızladı yaramız; koptu gitti bizden parçamız, herkesten gizlemeye çalıştığımız acı kaldı geriye. Ne maske kaldı ne de delinmesi zor sandığımız o gard.
Zaman, insanlar konusunda bağışlayıcı değil ne yazık ki. Anılar silikleşmeye başlasa bile, özlediğiniz o insan geri dönmüyor. Bazı zamanlar benim de kendimi sorguladığım, “Keşke, şunu yapmasaydım, keşke öyle demeseydim.” dediğim anlar oldu. Sonra anladım ki, keşkelerle de yaşanmıyor. Çünkü, keşke o insanı geri getirmiyor; keşke, sünger çekilen mâzinin kırıntıları sadece. Buna rağmen, geriye dönmek istediğim çok an da oldu. Bazı zamanlar oldu mesela; gözüm dolu dolu, geçmiş bataklığına saplanıp kalmışım âdeta. Yutkunarak, boğazım düğümlenerek hatırlıyorum öyle anları.
Şimdi geriye dönüp bakıyorum da o günlerden sonra kendimi korumam gerektiğini, kalkan oluşturarak öğrendim ben. Dıştan bakan insanlara göre sert biriyim, tanıdıktan sonra karar verenlere göre de yumuşak. İkisinin ortası olmak iyi aslında, “sana nasıl gelinirse, öyle karşılık ver” sloganı ağır basmaya başladı yaş aldıkça. Güvensizliğin gebe kaldığı şüphe; insanın içine düşünce, çıkması neredeyse imkânsız bir girdap gibi. Misal, eskiden daha çabuk güvenirdim insanlara. Her şeyimi paylaşmaya çalışırdım, bu sadece eşyalardan da ibaret değil; hislerim de akıp giderdi birine inandığım zaman. Bu yüzden çok kandım, çok da kanadım. Ben duygularımı belli ettikçe, insanlar bunu kullanmaktan da geri durmadı tabii. Canım yandıkça ağlardım; insanlara verdiğim değer, gözyaşı olarak kendini belli ederdi sanki. Nereden bilebilirdim ki, akıttığım her bir yaşın hayâl kırıklığım olacağını?
Büyüdükçe işlerin öyle olmadığını anladım, aldığım darbelerle güçlenmeye çalıştım. Artık ağlamak yerine, tartarak atıyorum adımlarımı. Duygularımdan daha ziyade, mantığımı devreye sokmaya çalışıyorum önemli zamanlarda. Lâkin, duygusal tarafımın da ağır bastığı zamanlar illâki oluyor.
İnsanları çözdüğünüzü sanırsınız ama durumun öyle olmadığını da çok sonra anlarsınız. Açık kitap gibi olan insanlar da var, derinliğinde kaybolmak istediğiniz insanlar da. O yüzden gözler çok anlamlı gelir bana; sanki içine girdiğiniz an, o labirentte kaybolacakmışsınız hissiyatı verir. Bundandır ki, göz teması kurmayı severim insanlarla. Ders anlatan hocamı pürdikkat dinlerken, bir şeyler anlatan arkadaşımı onaylarken ya da biriyle sıradan bir muhabbete dalmışken…
Kelimelerle oynamayı, gizemleri bulmayı da severim. Doğrudan anlatılan değil de içinde birçok anlam barındıran cümlelerin altını çizmek de hoşuma gider. Hayat da bir paradokstan ibaret değil mi zaten? Direkt ulaşmak değil de aşama aşama ilerlemek, daha heyecan verici bence. İpuçlarını bulup, yörüngeleri takip ederek o sırrı çözmenin hazzı, bambaşka. Keşfedilecek daha çok şey var hayatta, öyleyse durma sen de başla.