Arnavut kaldırımlı taş bir sokaktayım. Yol biraz yokuş. Akşamdan kalan yağmur kurumak için sebep bulamamış. Evlerin kuzey yamaçları hâlâ nemli, Güney yamaçları hep daha umutlu. Pencerenin açık kenarından sıyrılmış perde kaçmak için savrulurken, hiç şansının olmadığının farkında değil! Hava serin, kollarımı avuç içime alınca anlıyorum üşüdüğümü. Bekliyorum. Hiç gidesim yok bir yere. Varmak istediğim bir yer var mı onu da bilmiyorum. Bulutlar gökyüzünün sahibi. Toz duman içinde tüm sema. Yağmur değil toz yağacak gibi. Taşların arasından akıp giden sular bir yere yetişecek telaşta. Bu hava da ne işi var baloncunun sokakta? Sokağa renk veren tek şey aslında bu amca. O da köşeyi çoktan döndü, bakmadı bile arkasına.
İki çocuk oturuyor merdiven başında. Birinin elinde değnek diğerinin elinde taş. İkisi de bir şeyler çiziyor kaldırıma. Dilimizdekini yazarız aslında taşla toprağa, değnekle taşa ya da hayallerimizi ittiririz elimizdekilerle bir sağa bir sola! Merdiven üç basamak. Bina bin yıllık. Kaç ayak basmış gitmiş belki hiç dönmemiş. Bir kadın sarkıyor pencereden. Saksıdaki solmuş yaprakları temizliyor. Bir tutam saçı firar etmiş yazmasının kenarından. Elleri damar damar. Parmağının tapusunu almış alyansı. Yeleğinin modeli kaymış yıkanmaktan. Dilinde sadece kendinin anlayacağı bir ağıt. Gözleri çok gülmüş çok ağlamış. Gidenler yük olmuş göz altlarına. Beli bükük ama kafası dik. Bakışları ele veriyor yılları. Bu kaçıncı yaprak kim bilir topladığı.
Kediler, kuşlar, karıncalar… hiçbiri yok etrafta. Nereye kayboluyorlar böyle havalarda acaba? Benim de kaçacak yerim olsa her sıkıldığımda. Güneş açınca gelsem ya da yağmur yağdığında. Nasıl istersem öyle keyfimce. Şarkılar besteleyeyim, şiirler yazayım. İster çıkıp okuyayım ister sonsuza kadar saklayayım. Sadece kendim için bir şeyler yapayım. Kediler gibi kaçayım, kuşlar gibi uçayım, karıncalar gibi çalışmak yerine biraz kendimi bulayım. Rahat bırakıyorum kendimi. Güneşle dönerim, yağmurla yağarım. Bir kaldırım taşına takılır düşe kalka anlarım.
Söylenecek her söz söylenmiş, cümlelerin hepsi kurulmuş, her kelime sahibine ulaşmış. Kalan sadece söylenmiş cümleler içinden en akustik olanını seçip mırıldanmak. Unutmamak için tekrarlamak, ezber etmek. Bazılarının ise Fatiha’sını okumak! Namazını kılmak istediğim birçok rahmetli sözcük var. Arkasından hakkımı helâl etmediğim, mahşerde hesaplaşacağımız acayip duyguların selasını duyuyorum, sadece minaresini gördüğüm köşedeki camiden. Elime aldığım çakılla çocuklar gibi yazıyorum taş kaldırıma, hiç doğmamış mavinin ölüm tarihini.
Rüzgâr dindi. Bulutlar kayboldu. Evin kuzey yamacı güneşle birlikte kurudu. Telaşla akan sular kedilere meze oldu. Sis kayboldu, cami minaresine sahip çıktı. Kuşlar sanki hiç gitmemiş gibi pencerenin önünden uçtu. Balonlar gökyüzünde… Kırkı çıktı, okuttum duasını hiç hissetmediklerimin. Üç kere üfledim. “Hiç rastlaşmayalım,” dedim. Allah kabul etsin!
Şimdi pudra pembesi tüm sokak! Tam istediğim gibi! Ihlamur ağaçlarının varlığı nasıl da belli. Hiç duymadığım sesler… Görmediğim renkler… İki çocuğun şen çığlıkları var kaldırımda! Belki de ben hiç bakmadım bu pencereden sokağa. Ne çok şey kaçırmışım aslında! Tüm imkansızlıklara, umutsuzluklara ve “artık yolun sonu” gibi beyanlara itibar etmeyen, caddeye kafa tutan kaldırım taşından sarmaşık bir gül fışkırıyor! Arkada yine aynı fon!
“Bütün Dünya Buna Bir İnansa…”