Senden Ötürü

 Yaz, terk edeceği sevgilinin gönlünü almak istercesine güneşin şefkatli ılık elleriyle dolanıyor henüz dalından düşmemiş yaprakların üzerinde. “Üzülme, bütün evi temizledim, dolabı yemekle doldurdum. Yokluğumu fark etmeyeceksin,” diyerek, terk edilmenin acısını hafifletecek sanki ya da terk edenin vicdanını rahatlatacak bir parça.

 Cadılar bayramı renkli görüntülere sahne oldu, derken haber kanalındaki sunucu, temalı kıyafetler giymiş çocuklar görünüyor ekranda. Anneler kim bilir ne çok uğraşmışlardır bu temalı kostümleri bulmak için. Bizim çocukların temalı kostümlerini dağıtalı çok uzun zaman oldu.

 Vitrinde mevsimin renkleri. Sarı tüvit blazer ceket, turuncu şapka, kahverengi kazaklar, hardal botlar, sezonun modası zümrüt yeşili mont, taba rengi sırt çantası. Bir de içi oyulup fenere dönüştürülmüş bal kabağı. Vitrinin önündeki adam coşkulu bir sesle müşterileri içeri davet ediyor:

 “Sıcacık bir kış sizi bekliyor sayın vitrin severler, moda severler ve sıcak severler. Sefa geldiniz, hoş geldiniz dostlar. İçeride bütün bedenlerimiz ve çeşitlerimiz mevcuttur. Giydikleriniz ruhunuzu da ısıtsın.”

 Kapıyı itip girmeye çalışırken içeriyi göremiyorum. Parlak vitrinin aksine neden karanlık olduğunu anlayamıyorum dükkânın. Bir iki adım atıyorum kapı kapanıyor arkamdan. Gözüm yavaş yavaş karanlığa alışıyor. İnsan her şeye alışır, diyor iç ses. Bu nasıl olur, burası bir giyim mağazası değil bir hırdavatçı. Çimento ve kireç torbaları; boy boy çiviler, vidalar, anahtarlar; kapı, pencere malzemeleri, ne ararsan var. Yeni bir ev inşa etmeye ne gücüm ne de vaktim var. Benim ne işim var burada derken yakında bir yerlerden tiz bir ses duyuluyor.

 “Senden ötürü, senden ötürü, senden ötürü,” diye söylenen yüzü görüyorum arkaya doğru ilerleyince. Kapı küçük bir avluya açılıyor. Rutubet ve çürük meyve kokusu genzimi yakıyor. Dişleri dökülmüş bir masal cadısı oturuyor köşede. Seyrelmiş saçlarını eliyle her yokladığında beyaz bir tutam kalıyor parmaklarının arasında. Tutamları havaya savuruyor her seferinde. Havayla birlikte beyaz saç tellerini yutmaktan korkuyorum. Kopara kopara bitiremiyor saçlarını. Beni görünce parmağını gözüme doğru sallayarak, “Senden ötürü, senden ötürü,” diyor. Benden ötürü olan ne bilmiyorum. Hangi suçumu kastediyor acaba. Yoksa bütün kötülükler mi benden ötürü!

 Elimi başıma götürdüm, saçlarım yerindeydi. Çakılıp kalmıştım. Geri dönemiyordum. İhtiyar cadı nihayet süpürgesinin sapına tutunup kalktı, bir iki adım atıp duvarın içinde kaybolup gitti. Bir hortum çıksa yerlerdeki beyaz saç tutamlarını toplayıp götürse keşke. Hortum çıkmadı, yağmur da yağmadı. O vitrin, hırdavatçı, cadı ve havada savrulan beyaz saç tutamları hep bir ağızdan “Senden ötürü,” diye diye rüyalar mahzeninin derinlerine gömüldüler.

 Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Yitik bir yaz ortasından buruk bir sonbaharın sonuna doğru bahçedeki hurma ağacı yapraklarını mevsimin her rengiyle dökerken ruhuma, içimde bir cam fanus kırıldı birdenbire. Halıdaki dallar kurudu, perdedeki kuşlar uçuştu, saksıdaki kılıç çiçeği uzadıkça uzadı. Geceyi zor ettim. Herkes uyuduktan sonra ayaklarımın ucuna basa basa çatıya çıktım. Biraz zorlayınca açıldı kapı. Karşıda bir kapı daha vardı ve altından ince bir ışık sızıyordu. Bu hiç şaşırtmadı beni nedense. Neyle karşılaşacağımı biliyor gibi kapıya gidip yavaşça tıklattım. Kapıyı orta yaşlı, uzun boylu, saçlarına kır düşmüş alımlı bir adam açtı. Sanki beni bekliyordu. Eliyle buyur etti. Geçip oturdum. Ada çayı tütsüsü kokuyor. Her yeri ahşapla kaplanmış, sediri, hasır yastıkları, oymalı yüklük dolabı, el dokuması kilimleri, pazen minderleri ve dantel uçlu perdeleriyle bir eski zaman konağındayım adeta. Ahşap masanın üstünde “Kayıp Ruhlar Atlası” diye bir kitap duruyordu. İçinde çeşit çeşit kalemler olan bir kalemlik, defterler, kâğıtlar, üst üste yığılmış kitaplar… Masanın arkasındaki duvarı boydan boya bir kitaplık kaplamıştı. Kitaplıkta en başta yan yana duran ciltli üç kitap dikkatimi çekiyor. Ulysses, Hamlet ve Mesnevi. Renkler yine ahşabın, sonbaharın ve rüyamdaki vitrinin renkleri. Hiç yabancılık çekmiyorum. Burası benim evimin çatı katı ve burada sanki yıllardır tanıdığım biri yaşıyor. Adam karşımdaki hasır sandalyeye oturuyor.

 “Yıllardır gelmeni bekliyorum.”

 “Seni duymam için cadının susması gerekiyordu.”

 “Nasıl sustu?”

 “Belki de susmadı ben onu duymayı bıraktım.”

 “…”

 “Cadı, annemin ruhunu da ele geçirmişti. Onun gibi konuşuyordu hep. ‘El alem ne der!’, ‘Senin yüzünden!’ diyordu hep.”

 “Biliyorsun onun suçu değildi. El alem cadıları bütün anneleri ele geçiriyordu tek tek.”

 “Ben ezildim, sen ezilme, diyen anneliğin uygulamalı ezilme eğitimini almış biri olarak artık biliyorum.”

 “Ya baban?”

 “Benimki de cadıları bodrumda besleyen babalardandı zaten. Cadı avına çıkmış babalardan olmadı hiç.”

 “Şimdi beni buldun ve bana ihtiyacın kalmadı.”

 “…”

 “Artık burada olduğumu, sorgusuz sualsiz seni kabul ettiğimi ve yalnız olmadığını bileceksin. Söz mü?”

 Başımı sallarken hıçkıramıyorum ama gözlerimden oluk oluk yaşlar boşanıyor. “Benim yüzümden değil. Kimsenin yüzünden değil.”

 Sunucu, “Ülkemizde cadılar bayramı kutlamaları ilginç görüntülere sahne oldu,” derken cadı kılığındaki erkekli kadınlı grupların gösterileri geçiyor ekrandan.

 Bir cadılar bayramı daha geride kaldı.

Yorum bırakın