Geziler, Otlar, Taşlar ve Yavrucuğum

 Bir polis karakolunda:

 O gece kıyıda, salhane yolunda yürüyordum. Epeyce uzaktan, köhnemiş kayıkların çekeğinde iki karaltı gördüm. Hareketsiz ve insan biçimliydiler. Mesafe fazlaydı ve gecenin loşluğu giderek karanlığa kayıyordu. Ay, işine geleni aydınlatıyor, gelmeyeni boşluyordu. Bir an, gölgelerde hareketlenme oldu. Biri diğerine bir şey sapladı ve düşürdü. Bıçak olduğunu hayal ettim. Ama göz yanılgısıdır deyip yürüyüşüme devam ettim. Çünkü rüzgâr şekillerle tuhaf oyunlar oynuyordu.

 Kıyıya yaklaşıyordum. Ortalık sessizdi. Sonra garip sesler duydum. Taşlar, taşlar olmalıydı… Ayak altlarından kayıp takırdayan küçük küçük taşlar… Biraz dikkat edince, gölgelerden birinin kıpırdadığını gördüm. Yine de kendime güvenim yoktu. Kayıkların arasında bitmiş bir çalının rüzgârla sallanışı veya kayık gövdesine yaslanmış bir kalasın hafifçe yerinden oynayışı, her neyse, mutlaka göz yanılgısıydı.

 Yürüyüşüme devam ettim. Hava iyice kararmıştı. Dalgaların kayaları döven vahşi sesinden, rüzgârın uğultusundan memnundum. Kayıkların yanına geldiğimde birinin kötücül ve acımasız gözlerle beni beklediğini, elindeki bıçağın keskin parıltısının gövdemi işaretlediğini gördüm. Donup kalmıştım. Bir karar anı olduğu kesindi ama nadide beynim hazırlıksız kararlara alışık değildir.

 Üzerime atlarken çıkardığı sesleri hiçbir şeye benzetemedim. Belki bir takım vahşi hayvanların avını yer ve çiğnerken çıkardığı seslerle, biraz da insan çiftleşmesi… O boğuk homurtuların arasından seçebildiğim sözcükler var mıydı, hayır, yoktu. Bıçağın ucuyla giysilerimi kesip, etime birtakım çizikler attı ve ardına bakmadan kaçtı. Pahalı ceketimi, pantolonumun ceplerindekileri, ayakkabılarımı, değerli neyim varsa hepsini almıştı. Oysa isteyen herkese benim olan her şeyi verebilirdim.

 Sersemlemiştim. Kanımın demir kokusu denizin yosun kokusunu bastırmıştı. Karanlıktaydım, çıplak ayak ve öfkeliydim. Taşların üzerinde yürümek zordu. Taşlar küçük değil irili ufaklı, sivri, kaygan ve keskindi. Kayıkların hemen yanındaki koca kayanın üstünde bir de ölü beden yatıyordu. Durmadım, ölü adama bir daha bakmadım bile. Çünkü durum giderek sarpa sarmıştı ve olay yerinden uzaklaşmak en iyisi olacaktı. Nereye gittiğimi bilmeden yürümeye devam ettim.

 Deniz kıyısından uzaklaştıkça ayaklarım o lanet taşların eziyetinden kurtulmuştu nihayet, artık otları hissediyordum. Taşlar arasından fışkıran otları severim. İster kutsal bir seyirde ister günahkâr bir yürüyüşte, karşıma hangi yol üzerinde çıkmış olurlarsa olsunlar. Bana sakın kutsal seyir veya günahkâr yürüyüş nedir diye sormayın, ya da isterseniz sorun. Bütün detaylarıyla anlatabilirim. Sorabilmek yetenek işidir. Zekâyı imler. Aptallar soru sormayı henüz keşfedemedi, buna rağmen küstahlıklarıyla insanı zıvanadan çıkarıp, aklı başında herkesi delirtebilirler.

 “Ne yazık onlara ki kendilerine açılan saf bir kalbi zaaflarından istifade edilecek, istismar edilecek bir akılsızlık sayarlar.”*

 Evet, gerçekten de öyleler! Keza, gezilerin bazen kutsal bazense günahkâr olduklarını ve daha başka pek çok kategoriye ayrılabileceklerini bilmek, o kadar da zor değil. Sorarsanız bunu da söyleyebilirim: Geziler de yollar da insanı değiştirir derim, belki daha da fazlasını… yani, gerekiyorsa tabii. Yoksa dinlemeyi konuşmaktan çok severim.

 Ama bugünlerde kimse dinlemeye yatkın değil. Konuşmak, konuşmak ve yalnızca konuşmak istiyor herkes. Ben mi? Ben asla öyle biri değilim. Ne şimdi ne de eskide, asla geveze, bencil, saygısız biri olmadım, tam tersi! Zannımca bu günlerin bulunmaz bir özelliğine sahibim, aynı şeyi düşünmüyor musunuz?

 Geveze değilim çünkü bilgelik suskunluktan gelir. Evet, tabii ki bilgeyim. Son derece zorlu yolların, ot gibi geçen yılların, taş kadar soğuk ve sert ilişkilerin kazanılmaz savaşını vermiş ve gördüğünüz üzere hayatta kalabilmiş, yaşamayı başarabilmiş biriyim. Tabii ki bilgeyim. Nokta!
Otlar diyordum, onların kuruyup sararan hışırtılı halleri kadar, ıslanmış ve pörsümüş halleriyle de eğlenirim. Fakat onları sevmemin asıl nedeni, ilgimi hak ediyor olmalarıdır. Çünkü İnsan bu dünyada hele ki böyle bir çağda, kendinden başkasına pek az ilgi duyuyor. Farkındasınızdır umarım. Dolayısıyla benim alakam insandan ziyade, otlaradır diyebilirim.

 Bazı zamanlar seslerini işitebilmek için dizlerimin üstüne çöküp kulağımı onlara yaklaştırdığım olur mesela. Ki, şimdiye değin hiçbir insan önünde öyle eğilmemişimdir. Ama, hayır. Dinlemek için değil tabii! Konuşamadıklarını bilirim. Gerçi, bir soran çıksa, konuşmayı tercih edeceklerinden de eminim. Her halleriyle insandan daha cana yakın ve yarenlik etmeye daha hazırdırlar çünkü.

 Ancak şu anki durumlarında yalnızca utangaç bir dokunuş gelir ellerinden. Biraz daha yakınlaşıp yanağımı o dokunuşa dayarım. Kulağıma değen titrek tüy parçaları gibi içten ve hilecilerdir her zaman. Küçük bir kaşınma hissiyle gıdıklanırım. Elbette bu his, tedirgin edicidir. Garip olan, böyle bir temastan rahatsız olmayı beklerken kendimi neşeli bir ruh hali içinde bulmamdır. Neşemin durumun komikliğinden geldiğini düşünmüyor da değilim. Dışarıdan bir gözün; sokağın ortasında mabadını havaya dikip, taşlara sürtünerek tuhaf hareketler yapan biri hakkında düşüneceği şeyleri korkunç değil de komik bulmak, oldukça tuhafken hem de!

 Ama komik bulduğum bu değildir. Ben düpedüz o basit ve kolaycacık uyanan kaşıntılı gıdıklanma hissiyle ilgiliyimdir. Yine de bir günden bir güne gülmemişimdir buna, sırıtmamışımdır bile. Her gıdıklanma gülmeyle sonuçlanmak zorunda değil!

 Hatta gıdıklanma denen o tuhaf illet, aşırı duyarlı birinin sinirlerini iyice bozup, kızgınlık dahi yaratabilir. Ki öylesi benim kişiliğime fazlasıyla uyar ama bir gün bile sinirlenmemişimdir. İnsan bazen minnetini karakterinden küçük tavizler vererek gösterebilir.

 Hayır. Pek tabii o iki serseriyi ben öldürmedim. Benim o geceki niyetim yalnızca mutat gezintilerimden birini yapmak, otlara, taşlara dokunmak…

 Hayır! Hiç tanımıyorum. Onlarla benim aramda ne bir konuşma ne de itişme kakışma olmadığı gibi; alçakça aşağılanma da söz konusu değil, zaten böyle şeylere maruz kalacak biri değilim. Kim? O ikisi mi? Onlar kesin olarak birbirlerini öldürmüşlerdir. Şikayetçiyim.

 “Onların geleceği yaratan insanlar arasında yeri yoktur. Unutulacaklardır.”*

 Ve yavrucuğum, şimdi otlara geri dönelim.

 *“Ne yazık onlara ki kendilerine açılan saf bir kalbi zaaflarından istifade edilecek, istismar edilecek bir akılsızlık sayarlar. Onların geleceği yaratan insanlar arasında yeri yoktur. Unutulacaklardır. Tutunamayanlar, Oğuz Atay s.221”

Yorum bırakın