“Sesini duyuramadığın her an ruhunda bir yara daha beliriyor. Duyabiliyorum içindeki çığlıkları!”
Odanın içinde hem uzaktan hem de yakından gelen bir ses vardı. Haykırdığı bu cümlenin ardından odanın duvarlarına anlamlandıramadığım bir sessizlik çöktü. Aldığım nefesi dışarı savururken çıkardığım o küçük sesi saymazsak burada birinin yaşadığını fark etmeleri çok zordu. Üstelik benim gibi birinin var olduğunu düşünmeleri, bilmeleri çok önemli mi? Ya da ördüğüm duvarlardan uzaklaşıp kendimi dışarıya ifade edebilmem için artık çok geç değil mi?
Farkındayım, yine de öyle düşünmemeliyim. Uzun süredir konuşmayarak, sesimi kulağıma değdirmemiş olmak kendime yabancılaşmama sebep oluyordu. Artık konuşmak ve kelimeleri dudaklarımın arasından döküp insanlara sesimi duyurmak, “Ben de varım,” demek istiyordum.
Uzandığım koltuktan kalkıp oturmak için ellerimle koltuktan destek aldım. Dağılan saçlarımı toparlarken olduğum yerden doğrulup mutfağa kahve yapmaya geçtim. Böyle düşünceli anlarımda bir fincan sert kahve işe yarıyordu. Kahvemi yapıp çalışma odamdaki masanın başına geçerek düşünmeye koyuldum.
Bir şeyler yapmalıydım ve etraf sessizdi. Bütün gece bu sessizlik evreninin dışına çıkarak harflerle oynamayı planlıyordum. Küçük bir ses… Uzaktan ve boğuk gelen bu sese kulak vermemek imkânsızdı. Çok anlaşılmasa da söylediği cümlenin bazı kelimelerini seçebildim.
“… duyuramadığın …, … ruhunda …, … daha … Duyabiliyorum …, …!”
Elimin altındaki kâğıda kelimeleri yazıp birleştirmeye başladım. Kâğıdın üzerinde anlamsız bir cümle vardı. Ne demek istediğini anlayamadığım bu cümlede farklı manalar olduğunu bilmeden uyumak için sersemleşmiş gözlerimle yatağın yolunu tuttum. Kendimi güvenilir tek şeye, uykuya teslim ettim.
Saatler sonra güneşin yüzüme vuran ışıklarıyla kendime geldiğimde saat henüz çok erkendi. Biraz daha uyumak için gözlerimi kapatıp tekrar uykuya dalmayı beklesem de bu bekleyiş boşunaydı. O esnada derinlerden bir ses, gittikçe netleşerek dile geldi.
“Yalnızlığın, kendi başınalığın, bir başkasıyla konuşmuyor olman üzmüyor mu seni?”
Yine aynı ses fakat bu seferki sözleri çok belirgindi. Zaten gece boyunca farklı bir sesin ya da kendine yabancı bir iç sesin içimde yer edindiğini düşünmüştüm. Varlığını iyice kazanmaya başlayan bu ses, evin bilmediğim kör bir noktasından geliyordu. Zihnimi dağıtmak için başka meselelere kafa yormaya başladım. Yüzümü yıkayıp kahvaltı yapmak için mutfağa geçtim. Kahvaltı tabağı hazırlayarak oturma odasının penceresinin önüne iliştim.
Ekmekten biraz koparıp ağzıma attığımda bir yandan da pencereden dışarıya bakıyordum. Etrafta garip bir hareketlilik vardı. İnsanlar bir şeyler için koşturuyor, bir yere yetişmek için acele ediyordu. Kimileri umursamaz bir kendini bırakmışlıkla yürüyordu. Üstelik bu insanlar çoğunlukla yaşını başını almış, evde oturmak istemeyip çalışma hayatına devam eden yetişkinlerdi.
Al işte, yine başladım dünyanın beni ilgilendirmeyen dertleriyle didişmeye! Dışarıdaki hayatın, insanların telaşına bakınca kendimle hesaplaşmaya başlıyor, âdeta kavga ediyordum. Yine öyle bir an, üstelik derdim neydi de böyle yapıyordum ki? Oysa dış kapıdan çıkıp onların arasına karışmak zor bir eylem değildi. Onlarla etkileşimde kalabilir, aynı meselelerin içinde kaybolabilirdim. Yapabilir miydim? Yapardım ama yok, yok, yapamam. İnsanların karşısında durmam ve onlarla konuşmam gerekiyordu oysa ben tüm bunlardan çok uzaktaydım.
“Neden konuşmak istemiyorsun, neden insanlardan, hayattan kaçıyorsun?” dedi ses. Yine o! Kafayı mı yiyorum? Evin o kör noktasını bulmalı mıyım? Bu iç konuşmalarım neden? Üstelik yine niye kendimle konuşmaya başladım ki? Oysa unutmuştum. Sesin geldiği yönü takip edip konuşanı bulmaya çalıştım ama bir şey yoktu. Elimde bir çözüm olmayınca çaresizlik içinde konuşmaya başladım.
“Kelimelerin gücüne inanarak konuşmayı iş edinmiştim bir zamanlar …”
“Kelimelerin gücü mü olurmuş?” dedi ses.
Sesin sahibine yaklaştım. Oradaydı, göremiyordum ama benimle konuşuyordu. Bir insan gibi nefes alıp verişi dikkatimi çekti. Büyük bir şaşkınlık içinde, “Olur tabii, neden olmasın ki?” dedim.
“Sanırım haklısın,” diyerek sözlerinin devamını getirmek için bir nefes alıp, “Neden konuşurken zorlanıyorsun?” diye sordu.
“Basit bir dille ‘Konuşmak istemiyorum!’ ve konuştuğumda da sanki kilometrelerce koşmuşum gibi yoruluyorum.”
Ben susunca o da bir süre sessizliğe gömüldü. Belli ki durup düşünüyordu. Yoruma açık sessizliğinden durumumu hâlâ anlayamadığını fark ettim. Konuşmasına fırsat vermeden uzunca bir nutuk attım.
“Zamanında kelimelerle oynamayı, onları değiştirip yeni kelimeler türetmeyi iş edinmiştim. Uzun bir süre onlarla vaktimi harcayınca artık güçten düşmüş, kendimi konuşmaya vermiştim. Böylelikle insanlarla konuşabilecek, kendimi ifade edip bir şeyler anlatabilecektim. Aileme ve çevreme karşı tutumum da değişince konuşmanın hayatımızdaki önemini çok sonra fark ettim. Elbette konuşmayı seviyordum, ta ki bir gün küsene kadar! Kelimelere ve insanlara küsmeme yol açansa çevremdekilerin beni duymamasıydı. Konuşurdum. Bazen durmak bilmeden, bazen de ölçülü bir şekilde konuşurdum. Zamanla sessizleşip ihtiyacım olduğunda konuşmaya başladım. İçinde bulunduğum durum iyiye gitmeyince kelimelere tekrar sarıldım, âdeta onları parmağımda oynatıyordum. Fakat bu kez onları tasarruflu bir üslupla kullandım. Yetmedi, kendimle, iç sesimle konuştum. Bazen dışarıda, açık havada yürürken tanıdıklara rastlıyordum. Kendi kendime konuştuğumu görüyor, mesafe koyuyorlardı ve bir gün gerçekten onlar tarafından yalnız bırakıldım.”
Küçük bir nefesle iç çekerek konuşmaya devam ettim. “Oysa kendi kendine konuşan insanın deli değil, akıllı olduğunu söyleyen bir yazı okumuştum. Meğer yanılmışım. İyiye gitmeyen bu bir başınalığa el atıp eve kapandım. Artık evden de çıkmıyordum. Kapıyı kilitleyip anahtarı banyodaki klozete atarak sifonu çektiğim o günden beri dışarı çıkmadım. O gün evin içindeki eşyalarla konuşmaya başladım. Bir ara onu da bırakıp kendi hâlimde bitkisel bir yaşama bürünmüştüm. Taa ki…”
“Ben konuşana kadar!” dedi.
“Evet, sen konuşana kadar. Seslenmeye başladığın ilk anlarda sesin çok uzaktan geliyordu. Zamanla iyi duymaya başladım. Neden böyle oldu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Fakat içimde gizli bir güç var; çürüyen, yok olan, beni boşluğa sürükleyen… Kimi zaman çığlık atmak istedim. Her dudaklarımı aralayıp kelimeleri dile getirmeye çalıştığımda zorlanıyordum. Sesini duyduğum o ilk gün, ruhumdaki yaraların lafını açmıştın. O gün sözünü duymazdan gelip kendi iç hesaplaşmama çekildim. Kelimelerime sırtımı yaslayıp ruhumda açılan yaralarla cebelleştim. Onulması, tedavi edilmesi güçleşen yaralara kafa tutmak, zamanla varlığıma iyi gelmedi.”
Suskunluğunu fırsat bilip bir daha konuşmamasını sağlayarak, “Ben yokken herkes vardı, varken de kimse yoktu. Varlığımı sürdürebilmek için onlarla etkileşim hâlinde olmam gerekiyorsa zaten yokluğa gideceğime göre ne gerek var ki bu varoluşa!” dedim.
Aldığım nefesler heyecandan arka arkaya sıralandı ve artık tıkandım. Kendimi bir türlü sakinleştiremedim. Son bir kez konuşmak için gücümü toparladım.
“Üstelik kelimelerin gücü vardı. Senin konuşman ve benim seni duyabilmem için kelimelere ihtiyaç duymak insanı sınırlamıyor mu? Sen nasıl içindeki fotoğraflarla insanların anılarını diri tutabiliyorsan kelimeleri yadsımak işten bile değildir!”
Sözlerim bittiğinde durumu nihayet açıklığa kavuşturdum. Oraya kimin koyduğunu bilmediğim bir fotoğraf albümü vardı. O gün, bir daha hiç görmemek üzere dışarıdaki çöp kovasına bıraktım.
Bazen duvarlar konuşuyor. Güzeldi.
Beğeniniz, yorumunuz için teşekkür ederim. ❤️
Çehov tarzı güzel bir hikaye olmuş kaleminize sağlık.
Çehov’un kalemine benzetilmek çok kıymetli, teşekkür ederim. ✨