Yaprak

Son yaprak da koptu. Süzülerek belli belirsiz gölgesiyle yere kondu.

Caddenin yanı başındaki küçük parktayım. Gri ve bulutlu gökyüzü basık bir tavan olmuş, tüm ağırlığıyla ruhuma çökmüş. Yapraksız ağaçların dalları örümcek ağı gibi. Artık çırpınmayı bırakmış, ağla-ra takılı kalmayı benimsemiş, umutsuzluğu kabullenmiş haldeyim.

Kafalarını ileri geri oynatarak yürüyen ürkek güvercinler bile ben-den daha çok seviyorlar yaşamayı. Boğazımın etrafında kalın bir halka hissediyorum. Boğazlı kazak mı sıktı, diye düşünerek ellerimi yakama götürüyorum. Yakam gevşek… İlk andaki şaşkınlık yerini hüzünlü bir farkındalığa bırakıyor. Belli ki ruh daralması fiziksel bir neden aramıyor.

İçimde, derinlerde bir yerde kayaların yuvarlanmasını andıran uğul-tulu basınç boğazıma yükseliyor. Aynı anda parkın görüntüsü bu-lanmaya ve sulanmaya başlıyor. Ağlamak istemiyorum. Çaresizli-ğim büyüyor. Başımı öne eğiyorum. Ağladığımı kimseler görmesin. Yere bakıyorum güvercinlere, kurumuş yapraklara. Buhar olup uçu-versem şuradan…

Biraz hava değişikliği iyi gelir, moral olur demiştim sana. Çık par-ka, azıcık hava al, insan içine karış dedim. Şu haline bak. Bıktım senden.

Üstüme gelme. Ben de bıktım senden. Hep zorluyorsun. Bırak beni kendi halime. Şu anda istediğim tek şey var. O da ölmek… Senden de, başkalarından da, her şeyden kurtulmak.

Ama senin iyiliğini istiyorum. Mutlu ol, düzenli ol. İyi hisset isti-yorum.

Sadece kendini düşünüyorsun, başkaları ne der, diye düşünüyorsun. Umurunda bile değilim.

Keşke çıkmasaydım dışarı, keşke! Ne yaparsam yapayım seni mutlu edemem. Kaprislisin ve şımarıksın.

Keşke hiç doğmasaydım. Keşke şu rüzgârda savrulup giden kuru yapraklar gibi bilinçsiz olsaydım. Aslında onlar gibi bitmiş ve tü-kenmişim ben de. Ne tutunduğum bir ağaç kalmış ne de bir dal par-çası.

Ağaç, aslında köklerini zamanın derinliklerine atmış bir ata. Za-manla dallar çoğalmış, bir o kadar da uzaklaşmış birbirinden. Ağa-cımız büyüdükçe biz uzaklaşmışız, incelmişiz. Öylesine incelmişiz ki yeni sürgünler veremeyecek kadar. İnce dallar kırılır gittikçe güçleşen, sertleşen yaşam rrüzgârıyla. Uçlarındaki minik sürgünler kopup gider uzaklara.

Ben de koptu kopacak kurumuş bir yaprağım. İlk rüzgarla savrula-cağım. Toprağın kuytu bir köşesinde yavaş yavaş çürüyeceğim. Özüme döneceğim. İstiyorum bunu.

Yakamdan paçamdan soğuk giriyor. Ürperterek derimin üstünden geçiyor. Çok üşüyorum. İçim titriyor.

Ilık ve tuzlu gözyaşlarım üşümüş yanaklarımdan yakarak iniyor. Tuzu ağzımdaki pas tadını bastırıyor. Acıktım. Midemde bir el kı-yıyı köşeyi yokluyor acıtarak.

Boş işte. Yemek yemelisin. Ne olursa olsun, yaşamaya mecbursun.1 Kalk! Git. Sıcak bir şey iç. Uyan dedim sana, uyan. Kendine gel! Hayat her şeye rağmen güzel!

Klişeleri bırak! Bıktım senden. Simit kokusu ve “sicasimidiya” sesi yayılıyor bir anda parkın havasına.

Güvercinler… Guguk sesleri siniyor koro halinde kanat seslerine. Korktular. Korkaklar. Gri bir bulut halinde yükseliyor, kuru dallara yaprak oluyorlar. Kuş ağacının yaprakları…

Bana simit al.
Tamam.
Simitçi, diye seslenmek gerek. Çekiniyorum bağırmaya.
Neden çekiniyorsun? Çekinecek bir şey yok.
Hiç halden anlamazsın ki.
Bak şöyle bağır. Sana göstereyim.
Hayır, bağıramam. Ayıp olur.
Olmaz ayıp. Bak gidecek. Açsın zaten.
Yok yok, geliyor bu tarafa. Şurada oturan kadına versin. O zaman görür beni. Ağladığım belli oluyor mu ki?
Olsa ne olur?
Kimse anlamasın ağladığımı.
Korkak.
Korsan. Korsansın. Bıktım senden.

“Simit vereyim mi abla?”

Dilsiz gibi başımı sallıyorum, içimdeki kalabalıktan usanmış… Ce-bimdeki bozuklukların metalik soğukluğu buz kesen parmak uçla-rımın arasında şıngır mıngır dolaşıyor. Mangır da derler, değil mi?

Simitçi soğuktan kızarmış yüzü ve elleriyle alışkın bir pratiklikle açıverdiği sehpanın üzerine koyuyor başından indirdiği tablayı. Gevrek ve sıcak simit kokusu ciğerlerime doluyor.

“Yanıkça olsun biraz.” Kendi sesim çok hafif. Acaba duydu mu?

“Bu iyi mi abla?” Duymuş, duyurabilmişim demek ki.

“Evet.”

Parayı uzatıyorum. Soğuk parmaklarımın ucu avucuna değiyor. Sı-cakmış. Meraklı bir ifadeyle bakıyor yüzüme, gözlerime. Anladı ağladığımı. Anlasa ne olur? İnsanlık hali. Sonbaharın son günü. En kısa gün, en uzun gece. Benim içim de öyle. Bakışları temiz. Elleri de. Üzüldü benim için galiba.

İçimdeki utangaç çocuk başını öne eğiyor ve kaş altından bakıyor, küsmüş gibi.

Bana acımanı istemiyorum. Üzülmeni de. Git. Beni kimse anlamaz. Sen de anlamazsın.

Şu anda bile çok şey anlatıyorsun aslında.
Hiç de bile.
Farkında değilsin.
Git başımdan. Off.
Kayıp gidiyorsun. Kayıp.
Kayıyorum ve kayboluyorum. Simitçi de kayıp gidecek aniden, ânımdan, anılarımdan, zamandan. Halka, halka.
Bırak felsefeyi.

“Abla sana çay alayım şu köşeden.”

Gerek yok. Hayır. Ses yok ki. İçim uğulduyor. Başımı sağa sola çeviriyorum. Onun cümlesiyle gözyaşlarım fışkırıyor. İçim gözle-rimden akıp gidiyor.

Koşar adımlarla gidiyor parkın köşesindeki çaycıya. Birer ikişer inmiş güvercinler koro halindeki kanat sesleriyle yine kuş ağacı oluşturuyorlar. Sesleri içimi kanatlandırıyor, gri gri. Yönetmen aynı sahneyi çektiriyormuş gibi. Simitçi kırmızı beyaz tabağın üzerinde demli çayı uzatıyor gözlerinin içi gülerek. Almazsam ayıp olacak.

“Sağol.” Cebimi karıştırıp bozukluk çıkartıyorum.

“Yok abla istemez.”

“Olmaz öyle şey.”

“Olur abla. Gücenirim sonra. Bir çayın lafı mı olur?”

“Olmaz!” Yok. Ver. Borçlu kalma. Israr et. Gebe kalma.
Ne gebesi. Ne ebesi. “Lütfen al şu parayı, sağol.”

“Canını sıkmışlar. Boş ver üzme kendini. Sıcak çay iç. İyi gelir. İçini ısıtır. Hiçbir şeye, hiç kimseye üzülmeye değmez.”

Ne sandı kim bilir? Teselliye çalışıyor. Çok acınacak haldeyim her-halde. Boşluğa dalıyor gözlerim. Eminim şimdi boş bakışlı tablo-lardaki ifade vardır gözlerimde. Kararsız. Yok. Burdayım! Burada! İçimdeki koro sesleniyor. Yokum çünkü. Yoook! Belki de ânda yo-kum. Belki de dalgınım.

“Hadi abla kendine iyi bak.”

Simitçi umudu kesip kendi halime bırakıyor. Etrafa dökülen kırık-ları ve susamları bulmaya çalışan güvercin guguklarıyla baş başa kalıyorum. Arkasından bakakalıyorum. Teşekkür ederim, teşekkür ederim simitçi sana. Kuşlar havalanmıyor bu tona. Hafif bir esintiy-le ekşi ekşi kuş pisliği kokusu geliyor. Küçük bir su birikintisinden başlarını indirip kaldırarak su içiyorlar. Kuşu seven kokusuna kat-lanır, diyor içimdeki ukala.

Şehrin homurtusunu duyuyorum. Birazdan beni de yutacak ve sindi-recek bir canavarın sesi. Türlü titreşimler eriyip bir yığına dönüşe-rek çorba oluyorlar. Araba kornaları ani çığlıklara benziyor. Otobüs uğultuları, konuşmalar. Bir ambulans sesi yaklaşıyor heyecanla. Zihnimde mavi ışığının damlaları asfaltta uzuyor, tünelde yankıla-narak büyüyor sesi.

Sesler ne olur? Ne olur? Sesler çarpa çarpa tünelin duvarına, kırı-lır… Kırılır… Kaybolur… Kaybolur mu sahiden? Bence hiçbir şey kaybolmaz. Bir iz kalır. İnsanların etrafında bir hale oluşur. Onun içinde küçülerek izler halinde saklanır. Küçük poşetçikler ya da kesecikler, köpükten kabarcıklar gibi. Minik bellekler.

Uçuyorsun kızım sen!
Uçmak iyidir. Evet!
Herkesin türlü derdi var. Sense parkın köşesinde kendi kendine kalmışsın.

İyiyim böyle ben. Bırak beni. Simidim ve çayımla, ürkek güvercin-lerimle, örümcek ağı ağaçlarımla ve dökülmüş yapraklarımla. Bu kış da efkârlıyım. Bahara Allah kerim.2

Diyorum ki… rüzgâr çarpmış sana… cereyanda kalmışsın… üşüt-müşsün.
Ruhum üşüyor benim.

Ani bir fren sesi boşluğu kesiyor bıçakla. Binlerce ses üst üste, yan yana kolaj yapıyor. Kuşlar havalanıyor… Kornalar… Çığlıklar… Bağırışlar…

Simitler halka halka uçuyor…

1 Mazhar Fuat Özkan şarkısı
2 Sertab Erener şarkısı

Yorum bırakın