Yanağından çenesine doğru akan teri elinin tersiyle öfkelenerek sildi Hatcik. İçinden sunturlu bir küfür sallayıp koşmaya devam etti. Omzuna taktığı sırt çantası her adımında küt küt vuruyordu sırtına. Gücünün son damlalarıyla yürüyen merdivenlere doğru atıldı.
Yürüyen merdivenin yürümesini bekleyecek zamanı yoktu, “Hadi hadi!” diyerek geçti önündeki adamı ve koşarak çıktı basamakları, “Yetişemezsem mahvolurum,” diye yüksek sesle söylendiğini fark etti. Duyan var mı diye utanarak baktı etrafına ama durmadı. Hatta bu durum güç verdi ona. Daha hızlı koşarak geldi bankonun önüne. Nefes nefese uzattı görevliye kimliğini. Biletini onaylarken, “Treniniz kalkmak üzere lütfen acele edin,” diyen ekşi suratlı görevliye, “Biz ne yapıyoruz sanki” dedi ağzının içinden geveleyerek ve tekrar koşmaya başladı.
Yine bir yürüyen merdiven, bu kez istikamet aşağıya, sonra perona koş ve önüne gelen ilk vagona bin. Neredeyse sırt çantası kapıya sıkışıyordu. Vagonun üç basamaklı girişinin üçüncü basamağına ayağını uzatırken insanın içini ürperten bir tıslamayla kapandı kapılar. İşte hareket etti tren. Ucu ucuna denir ya, işte tam da böyle olmalı. Duvara yaslanıp cep telefonunu çıkardı koltuk numarasına baktı, “4. Vagon 13d”. Şimdi ikinci vagonda olduğuna göre… “Yürü Hatcik,” dedi kendi kendine. Omzundaki ağır çantayı düzeltti yürümeye başladı. Tıklım tıklım dolu trende yolcuların kimi eğlenerek, kimi kızarak bakıyordu ona. Sırtında, kapasitesinin üç katı fazla doldurulduğu belli bir çanta ile sağa sola çarparak ilerleyen, yüzü kıpkırmızı soluk soluğa bir kadın herkesin ilgisini çekmişti.
Otuz üç yaşında olmasına rağmen hayatın muhteşem mengeneleriyle sıkı fıkı olduğundan daha yaşlı görünüyordu. Boya kızılı saçlarını ensesinde plastik bir tokayla toplamış alelacele yapıldığı belli bir makyajın altında yüzü terin de etkisiyle dalga dalga kızarmıştı. Gözleri güzeldi aslında içinde mor haleler barındıran değişik bir maviydi. “Liz Taylor,” gözlü kızım diye severdi annesi küçükken onu. Dünyanın menekşe gözlü yıldız diye tanıdığı Liz Taylor’a benzerliği bu yaşında üç kez evlenip boşanmasına sebep olmuştu sadece. Artistin kendine mutluluk getirmediği gibi ona da bir şey getirmemişti menekşe gözler.
İlk evliliğini yaptığında henüz on yedi yaşındaydı Hatcik. Küçükken kendi ismini söyleyemeyip Hatcik dediği günden beri ismi böyle kalmıştı. Şimdi birisi ardından, “Hatice,” diye seslense dönüp bakmazdı. Sevmiyordu aslında, bu ne olduğu belirsiz anlamı olmayan ismi ama değiştirmeye de çalışmamıştı hiç. Evde anası babası, okulda hocaları, sokakta arkadaşları herkesin bildiği Hatcik’ ti işte onun ismi.
Liseden mezun olduğunun ertesi günü kıyılmıştı nikâhları Sacit’le. Yaşı tutmadığından annesi ve babası da imza atmışlardı nikâh defterine. Sacit, babasının yakın arkadaşı Emin amcanın oğlu. Bir benzin istasyonları var, varlıkları yerinde yani. Babasının onu Sacit’le evlendirmek istemesinin gerçek nedeni bu, benzin istasyonu… Kızını Emin’in oğluyla evlendirirse hem kızı rahat eder hem de kendisi bir iş bulabilir istasyonda. Böylece şoförlükten kurtulur, şu kısa ömründe biraz dinlenirmiş. Öyle demiş annesine sebep olarak.
Ah bir rahat etti bir rahat etti ki Hatcik sormayın gitsin, her gün iki posta dayak, biri kocasından biri kayınpederinden. Kayın validesinin eziyetlerini saymıyordu bile. Merdivenlerden yuvarlanmıştı bir gün. İtivermişti kayınpederi hiç acımadan. Neymiş efendim o geldiğinde koşup terliklerini getirmemiş. Onlar gelin değil kendilerine halayık, oğullarına da cariye almışlar. İki yerinden birden kırılmıştı kolu. “Aah babacığım!” dedi içinden sessiz bir haykırışla.
Nihayet vagonunu bulup oturabilmişti koltuğuna. Yeri cam kenarındaydı ama dışarısı görünmüyordu. Sis çökmüştü yollara, dışarısı koyu gri bir bulutun gizemine saklanmıştı. “Nereden geldi aklıma bu eskiler,” diye düşünüp başını cama yasladı. Nasıl da dayanmıştı ama babası; Emin Efendinin kapısına. “Efendi, biz seni adam bildik, dost bildik, kızımızı verdik. Sen böyle mi yapacaktın? Şu çocuğun haline bak! Kolunu kırmışsın kızımın,” diye avazı çıktığı kadar bağırmış, alçılı koluyla korka korka bakan kızını almış koltuğunun altına, çekmiş götürmüş bir daha da o cehennem evine göndermemişti.
“Ah! Babacığım yaşasaydı, ben böyle olur muydum hiç?” diye iç geçirdi sanki sisin ortasındaymış gibi duran yansımasına bakıp. Gözlerine yaşlar doldu hatta bir damla iniverdi çenesine doğru aceleyle. Telaşla sildi gözlerini, gören var mı diye bakındı etrafına. Yan koltuktaki kadın çoktan uyumuştu, herkes kendi âleminde ona bakan yoktu neyse ki. Rahatlayıp yeniden yasladı başını cama.
Boşanmam, diye tutturmuştu kocası. Bir gün sokak arasında annesiyle ikisini kıstırıp üzerlerine yürümüş, kahraman savaşçılar gibi kendini kızına siper eden annesine rağmen, “Seni başkasına yar etmem,” diye vurmuştu da vurmuştu. Ağzı yüzü kan içinde kalmıştı ama bu olay bir sokak dolusu insanın gözü önünde olduğundan, şahiti bol bir duruşmada tek celsede boşanmıştı Hatcik. O seni başkasına yar etmem diyen kocası da boşandıktan bir ay sonra evlenivermişti tekrar.
Baba evine dönmüştü çok şükür ama on dokuz yaşında, boşanmış, dul bir kadın olarak yaşamak ağrına gidiyordu. Bitmeyen ev işleri, dedikodular, komşu günlerinde kadınların kinayeli lafları tüketmeye başlamıştı onu. Bu evden çıkmam lazım diye düşündü. Çalışmak istiyordu ama bir lise tahsiliyle kimse kimseye iş vermiyordu artık bu devirde. Bir tek iki üst katlarında oturan Cevahir’le arası iyiydi. Bir gün, “Belediyenin ücretsiz kursları var hem sertifika da veriyorlarmış. Sen de onlara katılsan belki iş bulmana kolaylık olur, olmasa bile sen oyalanır annenle gün gezmekten kurtulursun,” deyiverdi arkadaşı. Bu fikre can simidi gibi sarıldı Hatcik.
Şimdi, bu diyet işleri çok modaydı. İnsanlar paralarıyla fast food yiyip şişmanlıyor sonra da yine bir sürü para verip zayıflamak için diyetisyenlere, sağlık merkezlerine koşuyorlardı. Hatcik, bu furyanın rüzgârıyla açılmış bir “Dengeli beslenme ve sağlık” kursuna yazıldı.
Kursa başlayalı iki gün olmuştu ki geldiği günden beri kursiyerlerin ağızlarından düşürmedikleri Kaan öğretmeni gördü. Doğrusu ağızlara pelesenk olduğu kadar vardı adam. Öğretmen Kaan Bey, o güne kadar gördüğü en yakışıklı erkekti herhalde. Artistler bile böyle endamlı, böyle çalımlı değildiler. Hele bir ses tonu vardı ki dinlemeye doyamıyordu genç kadın. Belki de sadece Kaan Bey’in güzel sesinin, kara gözünün hatırına çok çalıştı, altı ayın sonunda kursu birincilikle bitirdi.
Sertifikasını aldığı gün, Kaan öğretmenin de ortaklarından olduğu, “Kuğu Diyet ve Detoks Merkezi”nden iş teklifi gelmesin mi? Neredeyse sevinçten bayılacaktı Hatcik. Hiç zaman kaybetmeden ertesi günü başladı işe. Buradaki görevi merkeze gelen hanımların detoks ve diyet programlarını izlemekti. Her akşam Hatcik’ in mesaisi daha bitmeden Kaan Bey geliyor hem işlere bakıyor hem müşterilerle ilgileniyordu. Bu havalı şişman kadınların, yakışıklı öğretmenin karşısında kırıtışlarına, şuh kahkahalar atıp cilvelenmelerine çok kızıyordu genç kadın, hepsini elinden gelse bir kaşık suda boğacaktı. Elinde değildi tutulmuştu adama.
Aşk ilk defa çıkıyordu karşısına. Başından bir evlilik geçmişti geçmesine ama o evlilikte aşk hiçbir zaman evliliğin öznesi olmamış, belki de akla gelmeyen yegâne şey olmuştu. Evli kaldığı süre boyunca daha ilk geceden zihnini saran korku, bırak kocasını sevmeyi onu hayatından bıktırmıştı. Şimdi öyle miydi ya? Kaan öğretmeni bir gün görmese neredeyse karalar bağlıyor, bir gülümsemesi ile ömrüne ömür katılıyordu. İşten çıktığı yağmurlu bir akşam, arabasıyla önünde durup onu eve götürmeyi teklif ediverdi Kaan Bey. Tıpkı filmlerdeki gibi olmuştu, romantik ve masalsı. Birkaç araba yolculuğundan sonra kafede içilen bir akşam kahvesi, eh birkaç arkadaşla birlikte yenen bir akşam yemeği, hafta sonu yapılan piknik filan derken kendini yeniden nikâh masasında buluverdi Hatcik.
Rüya gibi geçen birkaç ayın ardından balayı bitti. Kocasının kendisine gösterdiği ilgiyi bütün güzel kadınlara gösterdiğini anladığı gün önce inanamadı, ardından acı ve öfke geldi. Kocasının neden onunla evlendiğini sorguladı. Cevabı sağlık merkezindeki bir arkadaşı verdi, “Çok güzelsin çünkü Hatcik, adam güzellere dayanamıyor.” Kendince sevmişti Kaan onu hem de evlenecek kadar ancak bir acı gerçek daha vardı ki o da, adamın kendisini sevdiği kadar diğer güzel kadınları da sevdiğiydi.
Kıskançlık krizleri kavgalar arasında geçen uzun ve acılı bir dört yılın sonunda anlaşmalı boşandılar. Boşandıklarının ikinci ayında babası yakalandığı kanser illetinden kurtulamayarak, hayata veda etti. Kızının üzüntüsü adamı hasta etti, dedi konu komşu. Başka bir sağlık merkezinde başka bir iş buldu. Aradan aylar geçti. Anne kız dedikodulara kulaklarını kapatıp yaşıyordular ki; bir gün annesi, “Ben yeniden evlenip Sinop’a gidiyorum” diye çıkıverdi karşısına Hatcik’ in.
Babası öleli daha bir yıl bile olmamıştı. Bağırdı, çağırdı, ağladı ama nafile annesi kararını vermişti. “Kızım,” dedi kadın, “Benim hiç gelirim yok. Babandan da bir şey kalmadı. Rahmetlinin bir emekli maaşı bile yok elime geçen. Sen daha çok gençsin, yarın bir daha evlenirsen ben ne olurum? Bu öyle gerçek bir evlilik değil. Adamın karısı ölmüş, kendi de yaşlanmış; kalmış çocukların eline. Eh çocuklarının da her birinin kendi hayatı var. Babalarına baktıracak insan arıyorlar. Karısından çok bakıcısı olacağım yani senin anlayacağın Hacı’nın.”
İyiydi, güzeldi mantıklıydı söyledikleri ama bu on beş gün içinde tası tarağı toplayıp Sinop’a gidivermesini açıklamıyordu annesinin. Bir yıl içinde hem kocasından hem babasından hem de annesinden olmuştu Hatcik. “Neyse ki işim var,” diye sevinirken çalıştığı sağlık merkezinin işleri kötü gitmeye başladı. Kısa sürede işçi çıkartmalar başladı ve çok üzgünüz hiç istemiyoruz teraneleri arasında sıra Hatcik’ e de geldi. Bir akşamüstü, bir daha dönmemek üzere çıktı sağlık merkezinin kapısından. Günlerce iş aradı. Kıyıda köşede biriktirdiği parası bitene kadar dayandı ama iş yoktu. Sonunda kirasını ödeyemez hale gelince, işten çıkartıldığı günden beri yanına çağıran annesinin dediğini yaparak Sinop’a gitti.
Geldiğinin üçüncü ayında Sinop’ta deniz kenarında, “Sağlıklı Hayat” adlı kamp tarzı bir merkezin kurulacağı müjdesini öğrenip, hemen başvurdu.
Geçmiş tecrübeleri ve diyet üzerine almış olduğu sertifikası burada işine yaradı, merkez açılır açılmaz işe başladı. Kısa zamanda gayreti ve çalışkanlığıyla kendini gösterip işyerinin sahibi karı kocanın gözlerine girmeyi başardı.
Sinop’a geleli iki yıl olduğunu fark ettiğinde şaşırdı. Zaman nasıl da su gibi akıp geçmişti. Buraya ilk geldiği aylarda hiç alışamayacağını sanmıştı, oysa şimdi başka yerde yaşamayı düşünmezdi bile. Öyle sevmişti bu Karadeniz’in şirin şehrini. Seviyordu üvey babasını. Karşılıklı saygı ve merhamete dayalı bir ilişki kurulmuştu aralarında. Adamcağız, ibadetten başka bir uğraşı olmayan çok yaşlı bir adamdı zaten. Çocukları desen, babalarına iyi bakıldığı sürece bir şeye karışmıyorlardı.
İşte tam da bu, “Sinop’a geleli hangi ara iki yıl oldu,” diye şaşıp düştüğü günlerde, üvey babasının büyük kızı bir teklifle geldi. Bir komşuları vardı. O da tıpkı Hatcik gibi, şansı yaver gitmeyenlerdendi. İki kere evlenmiş, ilk karısı trafik kazasında ölmüş, ikinci karısıyla ise geçinemeyip evlendikten kısa süre sonra ayrılmış, dolayıyla mutluluğu bir türlü yakalayamamış bir çilekeş. “Evi var, işi var, Adliye’de memur, babasından kalma bir iki malı da var, eh arabası da var daha ne olsun?” demişti üvey babasının büyük kızı. Pek münasiplerdi doğrusu. Çöpsüz üzüm sayılırdı. Bir annesi vardı o da sessiz sakin bir kadıncağızdı. Şimdiye kadar kimseye bir zararının dokunduğu görülmemişti. “İki talihsiz insan belki de birbirinizin talihi olursunuz,” diye de devam etti. Bu işi kafaya takmış olduğu belliydi. Günlerce geldi gitti adamı anlattı, öve öve bitiremedi sonunda Hatcik, sırf kadından kurtulmak için görüşmeye razı oldu. Denildiği gibi efendi bir adamdı hakikaten, boyu ortadan biraz uzun, zayıf, seyrek saçlı, gözlüklü Hamdi Bey.
İlk buluştuklarında gri bir takım elbise giymişti, biraz eski moda bulsa da kravatının elbisesine uyduğunu kabul etti Hatcik. Önemli ayrıntılardı bunlar. Zevk sahibi mi, yoksa tekdüze biri mi, böyle şeylerden anlaşılırdı. Bunları da ona üvey babasının büyük kızı öğretmişti. Bak demişti, enine boyuna bak, konuşmasına yemek yiyişine bak. Sonra temiz mi, peçete kullanıyor mu, kravatı gömleğine denk mi, dikkat et. Bunlar belirler bir erkeğin düzgün olup olmadığını. Dördüncü görüşmelerinde tatlıcıda kaymaklı kadayıf yerken kabul etti adamın evlenme teklifini, sadece bir şartı vardı Hatcik’in, o da çalışmasına karışmayacaktı. Hamdi, böyle bir şeyi aklından bile geçirmezdi ama onun da bir şartı vardı. Evlendiklerinde annesi ile yaşayacaklardı. Annesini yalnız bırakamazdı.
Sonunda bir 23 Nisan günü, çocuklar bayram yaparken on beş kişilik bir davetli topluluğunun önüne nikâhlandılar. Mavi bir elbise giyip, eline müstakbel kocasının kibarlık olsun diye getirdiği kırmızı gülü almıştı. Anneler ağladı, üvey babasının büyük kızı rahatladı. Hem genç hem dul hem de böyle güzel bir kadın, kocalarının gözü önünden çekilmişti. Tehlike geçmişti yani. Takı merasiminde altın bileziği takarken Hatcik’in bileğine içtenlikle gülümsedi.
Yeni hayatı, bütün sakinliğine ve durağanlığına rağmen diğer yaşadığı iki evliliğe göre çok daha mutlu sayılabilirdi. Ne Sacit’le olan evliliğindeki gibi korku vardı ne Kaan’la olan evliliğindeki gibi tutku doluydu ama huzur içeriyordu. Sabah kayınvalidesinin hazırladığı kahvaltıyı edip işine gidiyor, akşam kayınvalidesinin hazırladığı yemeği yiyordu. Akşamdan sonra bulaşıklar ve kocasının çok sevdiği çay faslı ona aitti. Çaylarını içip televizyonda dizi seyrediyorlar sonra sakince odalarına çekiliyorlardı. Allah var yaşlı kadının onlara hiç zararı yoktu, faydası çoktu. Sevmişti Hatcik kayınvalidesini. Şimdilik her şey yolundaydı. Evlendikten sekiz ay sonra sessiz evleri Hatcik’in verdiği bir müjdeyle neşelendi. Hamileydi genç kadın ve bu hem Hamdi için hem de onun için yepyeni bir tecrübeydi.
O sakin yaradılışlı adam bu haberle değişti. Heyecanlı, meraklı ve sanki daha da sevecen bir hale dönüştü. Akşamları karısını işten almaya gidiyor, dönüşte onu alışverişe ya da pastaneye götürüyor, nasıl gönlünü edeceğini bilemiyordu. Hamileliğinin dördüncü ayında bebeğin bütün ihtiyaçları tamamlanmıştı. Kayınvalide Kadriye Hanım da oğlundan farklı değildi. Gelini beslensin diye her gün çeşit çeşit yemekler yapıyor, elini sıcak sudan soğuk suya sokturmuyordu. Nihayet süre tamamlandı ve nur topu gibi bir erkek bebek kucaklarına veriliverdi. Babasının ismini koymak istedi Hamdi, kabul etti Hatcik sevinçle, “Yanına da Efe ismini ekleyelim mi?” diye sordu hevesle. Kadriye Hanım’ın tam desteğiyle çocuğun adı Rıza Efe oldu.
Şimdi hayat daha bir renklenmiş sanki bahar bütün çiçekleriyle açmıştı Hatcik’in yüreğinde. Kadriye Hanım bebeğin her şeyiyle ilgileniyor öyle ki Hatcik’e emzirmek dışında bir iş kalmıyordu. Doğum izni bitince ücretsiz izin almayı düşündü genç kadın ama “Ne gerek var kızım ben varım nasıl olsa. Benim başka ne işim var? Ben bakarım torunuma, sen işine devam et. Bak bundan sonra daha çok para lazım size. Yarın bu çocuk büyüyecek, okula gidecek şimdi gençken çalışın da biraz para biriktirin. Ben de elim ayağım tutarken torunumla vakit geçireyim değil mi ya?” deyip ikna etti onu kayınvalidesi. Ne iyi kadındı şu Kadriye Hanım. Annesi yapmıyordu onun yaptıklarını.
Kocasıyla araları hiç olmadığı kadar iyiydi. Neredeyse Kaan’la yaşadığı gibi tutku ve aşk dolu bir evliliğe dönüşmüştü hayatı, üstelik kavgasız gürültüsüz. Akşamları onu işten alma seanslarına devam ediyordu Hamdi. Karı koca güle eğlene geliyorlardı akşamları eve. Yemekten sonra dizi seyretmek istemiyordu genç adam, karısını ve oğlunu alıp odalarına çekiliyor çocuklarıyla vakit geçirip onu uyuttuktan sonra ikinci bir çocuğun hayaliyle yataklarına giriyorlardı hemen. Bir akşam, almaya geldiğinde hemen eve götürmedi onu kocası. Ev yerine Sinop’un yeni yapılaşmaya başlayan semtlerinden birinde bir inşaata götürdü.
“İşte Hatcik’çiğim, yeni evimiz dedi,” karısına müjdeyle. Bankadan ev kredisi çekmiş, peşinat olarak da babasından kendisine kalan dükkân hissesini amcasına satmıştı.
“Evler biraz küçük, iki oda bir salon ama neyimize yetmez değil mi?” dedi Hamdi sevinçle.
“İyi ama kocacığım, annem var sonra Rıza Efe nasıl sığacağız, keşke üç artı bir olsaydı.”
“Canım annemin evi var. Buraya da bizimle gelecek değil ya?” deyiverdi adam karısını şaşkınlık içinde bırakarak.
“Yok olmaz! Ben annemi bırakmam. Sen üç odalısına bak bu evlerin, belki biraz zorlanırız ama asla annemsiz olmaz,” dedi ısrarla Hatcik. Hamdi kolunu karısının omzuna attı, “Tamam bakarız,” dedi sevgiyle, “İyi ki evlendin benimle Hatcik, ömrüme güneş gibi doğdun.”
Böyle güzel laflar bilir miydi kocası? Şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüyordu genç kadın bir o kadar da mutluluğa. Eve döndüklerinde heyecanla ve sevinçle anlattılar olanları Kadriye Hanım’a. Hamdi gururla söyledi karısının, “Onu asla bırakmam,” dediğini. Kadriye Hanım sevgiyle baktı gelinine ama içinde farklı bir duygu yeşerdi. Bu ilk defa da olmuyordu üstelik. Oğlunun ikinci evliliğinde yaşamıştı bu korkuyu. O kör olasıca mendebur da oğlunu alıp götürmek istemişti. Bak, bu da şimdi aynını yapıyordu hatta bunun ki daha da fenaydı. Demek ki bundan böyle gelininin insafına kalmıştı. Oğlu, o ömrünü feda ettiği biricik oğlu, mor gözlü bir kadın uğruna gözden çıkarıveriyordu kolayca annesini ama işler hiç de öyle kolay değildi.
Uzun zamandır bir haller olmuştu zaten oğluna. Gözü karısından çocuğundan başka bir şey görmez olmuştu. Nerede o her ay maaşını alınca annesi seviyor diye alınan kaymaklı baklavalar? Nerede yaz akşamları gidilen deniz kenarları? Hiçbiri kalmamış, lafı bile edilmez olmuştu. Varsa yoksa karısı, oğlu. Epeydir hissediyordu da isimlendiremiyordu ama bak doğruymuş demek ki hissettikleri. Ah derlerdi de inanmazdı. Oğullar karılarını görünce analarını unuturlar diye. Onun da başına gelecekmiş demek ki. Yok, öyle iş. Pabucu o kadar ucuza kaptırmazdı o. Oğlan onun, eh torun da onundu. Eğer o da Kadriye ise, bırakmazdı ikisini de kimseye. Öncekini nasıl hallettiyse bunu da ederdi Evvelallah.
O günden sonra Kadriye Hanım, Rıza Efe’nin üzerine daha fazla düştü. Akşamdan sonraları annesine bıraktığı bakımını da üstlendi fark ettirmeden. Eve geldiklerinde çocuk çoktan yemeğini yemiş oluyordu mesela, altı temizlenmiş, bütün ihtiyaçları giderilmiş oluyordu. Hatcik, oğluyla oynamak istese, bir bahaneyle alıyordu elinden çocuğu Kadriye Hanım. Ya kendi ilgileniyor ya da babasına veriyordu. Bir akşam, “Kızım ben bir şey düşündüm, sen bütün gün zaten işte çok yoruluyorsun, gece de bu çocuk rahat uyutmuyor seni. Bundan sonra geceleri benim yanımda kalsın Rıza Efe, siz de rahat rahat uyuyun. İkiniz de çalışıyorsunuz. Bak bir sürü borca girdiniz, işinize iyi sarılmanız lazım. Uykusuz çalışmak zor olur,” dedi durup dururken.
Hamdi, daha Hatcik bir şey demeden sevinçle kabul etti bu teklifi. Hakikaten son zamanlarda oğlan geceleri bir türlü uyumuyor, ya oynamak istiyor ya da huysuzluk ediyor onları da uyutmuyordu. Hatcik, çocuğun gündüz çok uyuduğu için gece uyumadığını düşünüyordu ama bir şey söyleyemedi. Apar topar çocuğun karyolası ve eşyaları Kadriye Hanım’ın odasına taşındı. Zaman geçtikçe Hatcik oğluyla arasına kayınvalidesinin girdiğini fark etmeye başladı. Ne zaman çocuğa yaklaşsa bir şekilde alıkonuyordu. Hafta sonları parka götürmek istese, “Çocuk hasta burnu akıyor,” deniyordu mesela, alıp annesine gitmek istese, “Birlikte gidelim ben de görmek isterim anneni,” diyordu Kadriye Hanım ve orada Rıza Efe hep babaannesinin bakımında kalıyordu. Düşse babaanne koşuyor, ağlasa babaanne susturuyor, acıksa babaanne doyuruyordu artık Rıza Efe’yi.
Hatcik, bir terslik olduğunun bilincindeydi ama bir türlü söyleyemiyordu. Birkaç kez Hamdi’ye ya da arkadaşlarına söylemek istemiş, hemen nankörlükle suçlanmıştı. O da sustu, ancak elden giden oğluydu öyle ki çocuk artık anne diye değil babaanne diye ağlıyordu. Kucağına almak istediğinde, sevmek istediğinde huysuzlanıyor, babaannesini istiyordu küçük çocuk. Zamanla çevreden Hatcik’ in çocuğuyla hiç ilgilenmediği, her işi Kadriye Hanım’a yıktığı şeklinde dedikodular duyulmaya başladı.
“Gelinim çok iyi bir insan ama pek ev işleriyle arası yok, alışmamış ne yapsın. Çocuk bakımından ise hiç anlamıyor, biraz da sevmiyor galiba çocukları, zaten öbür kocalarından bu yüzden ayrılmış diyorlar. Onun için varsa yoksa işi. Ne varsa artık o işte?” gibi ara ara yaptığı serzenişlerle bu dedikoduları körüklüyordu Kadriye Hanım. “Ne varsa artık o işte?” sorusu git gide büyüdü insanların ağzında. Hamdi’nin kulağına kadar geldi. Önce ufak birkaç sitem birkaç laf dokundurmayla başlayan huzursuzluk, Kadriye Hanım’ın fitillemesiyle kısa zamanda yangına dönüştü.
“Ben de yaşlı bir insanım oğlum. Bakarım dedim ama bu kadar da olur mu artık? Hiç üstlenmiyor, ne evin işlerini ne oğlunun sorumluluğunu. Vallahi çocuk neredeyse anne diye beni biliyor. Varsa yoksa “Sağlıklı Hayat”. Bıktım vallahi bu işten,” demeye başladı oğluna sık sık.
“Sağlıklı Hayat” diyet ve sağlıklı yaşam kampı son yıllarda birkaç ünlünün gelmesiyle tanınmış, kısa zamanda İstanbul’un zengin hanımlarının ve şöhretli yıldızlarının uğrak yeri olmuştu. Dolayısıyla işler artmış, merkezin en eski ve deneyimli çalışanı olarak Hatcik’in işi de ağırlaşmıştı. İşini gerçekten seviyor, zorluğundan ya da yorgunluğundan şikâyet etmiyordu. İki yıl önce işe alınan diyetisyen Mahmut Bey ile yakın mesai çalışıyorlardı mecburen. Mahmut Bey evliyken bu duruma hiç ses çıkartmayan Hamdi, adam karısından boşanınca huzursuz olmuştu. Her fırsatta bu konuda konuşuyor, Hatcik’i sorguya çekiyor, işten azıcık geç çıksa ya da ağzından kazara Mahmut Bey lafı çıksa ortam geriliyordu.
Sonunda kavgalar başladı. Zavallı Hatcik, kıskançlığının anlamsız olduğunu, onu çok sevdiğini bir türlü anlatamıyordu kocasına. Mahmut Bey’in de aslında karısı ile barışmak için uğraştığını, hatta doktor hanımın araya girdiğini, yakında tekrar bir araya geleceklerini umduğunu söylüyor ama dinletemiyordu. Kadriye Hanım, etkisi gözle görülür biçimde hissediliyordu artık hayatlarında. Hatta öyle ki kavgalarına bile müdahil olmaya başlamıştı kadın.
“Ne işin var senin o kartaloz adamın yanında, istesen başka bölüme geçersin demek ki sende memnunsun,” gibilerden Hamdi’yi daha da delirtecek sözler söylüyor, kavgalarını yatıştıracağına körüklüyordu. O eski huzurdan eser kalmamıştı.
Kadriye Hanım’ın, “Sağlıklı Hayat” diyet merkezinde bir de casusu vardı. Komşuları Selda. Hamdi’nin bekâr olduğu günlerde onunla ile evlenme hayalleri kurmuş olan Selda, adamın Hatcik’i tercih etmesiyle hayal kırıklığına uğramış ve karşısına ilk çıkanla evlenmek gibi bir yanlış yapmıştı. Kendi evliliğinde aradığını bulamayıp mutsuz oluşunun yükünü Hatcik’e yüklemekte de gecikmemişti. Onun zaafını yakından bilen Kadriye Hanım bu zaaftan faydalanmakta gecikmedi. Aslında bu işe Hatcik sayesinde girmişti Selda. O önermese, “Sağlıklı Hayat” onun gibi eğitimsiz birini asla işe almazdı ama şimdi Hatcik aleyhine casusluktan çekinmiyor, attığı her adımı kayınvalidesine bildiriyordu.
İşte o sayede haberdar oldu Kadriye Hanım, tansiyonu düştüğü için baygınlık geçiren Mahmut Bey’le ilgilendiğini Hatcik’ in. Fırsatı kaçırmamak için oğluna çok acil Sağlıklı Hayat’a gelmesini söyleyen bir mesaj attıktan sonra kendisi de Rıza Efe’yi alıp taksiyle kampa geldi. Pusetteki çocuğu, jetleri kıskandıracak bir süratle sürerek Hatcik’in Mahmut Bey’le ilgilendiği odaya adeta daldı.
Gerçekte yalnız bile değillerdi Hatcik ile Mahmut Bey. Yanlarında kampın doktoru Sevim Hanım ve hademe Behzat da vardı ama onları görmedi bile yaşlı kadın. Görmek istemiyordu zaten, hasta adamın yattığı yatağın kenarına ilişmiş gelinini görür görmez, elindeki puseti bırakıp üzerine saldırdı. “Vay! Bunu da mı yapacaktın bize o…pu!” diye bağırıp saçını çekmeye, neresine gelirse gelsin vurmaya başladı. Odadaki herkes şok içindeydi. Ne olduğunu anlamamışlar, zavallı Hatcik’i yaşlı kadının elinden kurtarmaya çalışırlarken, Hademe Behzat odada duvardan duvara savrulan Hatcik’in yere düşmesini önlemeye, Doktor Sevim Hanım Kadriye Hanım’ı çekmeye uğraşıyor, bu arada pusetteki çocuk avazı çıktığı kadar bağırarak ağlıyordu. İşte bu manzaranın ortasına Hamdi, bomba gibi düştü.
Annesinin, “Ben sana demedim mi oğlum, iki koca eskitmiş bu kadın, kim bilir neden, diye bak işte gördün mü olanı, seni de boynuzluyor bu şerefsiz. Ah biz, ne suç işledik de düştük bu çirkefe!” diyen haykırışları üzerine dayanamadı, o da saldırdı korkudan bembeyaz kesilmiş karısının üzerine. Hatcik kocasının da aynı şekilde üzerine geldiğini görünce, bağırmaya başladı. İlk evliliğinde yaşadığı travmaları ayaklanmış, panik atağı tetiklenmiş olarak eline geçen her şeyi fırlattı kocasına, üstünü başını yırttı ve sonunda canhıraş bir feryat atıp bayıldı. Ciddi bir sinir krizi geçirmişti.
Kendine geldiğinde, ambulansla hastaneye götürülüşünü ve sonrasındaki üç günü hiç hatırlamıyordu. Kayınvalidesinin sözleri, oğlunun ağlayışı ve kocasının suçlayan bakışlarını hatırlayınca, birkaç kez yeniden krize girdi, panik atak ve depresyon ağırlaştıkça ağırlaştı. Sinop Devlet Hastanesi’nin Psikiyatri Kliniği’nde geçirilen dört ayın sonrasında, kontrol şartıyla taburcu oldu. Annesi çıkarttı onu hastaneden ve doğruca kendi evine götürdü. Hiç durmadan oğlunu ve kocasını soran kızına, doktorların şimdilik onlarla irtibat kurmasını yasakladığı yalanını uydurarak, zar zor on gün kadar tutabildi. Ancak gerçeğin hiçbir yalana dayanamayıp sonunda ortaya çıkmak gibi bir huyu olduğundan öğrendi ki Hatcik, Hamdi onu, Adliye’de çalışmasının mükâfatı olarak gıyabında tek celsede boşamıştı. Bununla da kalmayıp Sinop’taki evi barkı her şeyi satmış, annesini ve oğlunu da alıp kayıplara karışmıştı.
Yeniden hastalandı genç kadın. Kendini yerden yere attı. Hamdi’yi de annesini de istemiyordu artık ama ya oğlu, oğlu ne olacaktı? Ağladı çırpındı yeniden krize girdi, hastane günleri tekrar başladı.
Hastanede onu ziyarete, “Sağlıklı Hayat” kampının doktoru Sevim Hanım gelmeseydi bu belki böyle ne kadar devam ederdi bilinmez ama Sevim Hanım aklını başına toplamasını söyledi ona. Doktorlara yardımcı olmasını, ilaçlarını içip bir an önce sağlığına kavuşması gerektiğini söyledi. Yoksa geçen zaman onun aleyhine işliyordu. Eğer oğluna kavuşmak istiyorsa önce iyileşmeli sonra araştırmalıydı. Nereye gittiklerini öğrenip peşlerine düşmeliydi.
Sevim Hanım’ın günlerce gelip gidip yaptığı ısrarlı uyarılar, yuttuğu ilaçlardan daha iyi geldi Hatcik’e. Doktorları şaşırtan bir hızla iyileşti. Hastaneden çıkar çıkmaz yaptığı ilk iş, Adliye’ye gidip Hamdi’nin arkadaşları ile konuşmak oldu. Öyle ya, bu adam devlet memuru ve emekliliğine de daha çok olduğuna göre, mutlaka tayin olmuş olmalı. Tanıyordu kocasını, evi barkı satabilirdi ama memuriyetini yakmazdı.
Hamdi’nin arkadaşları önce bilmiyoruz filan diye geçiştirmeye çalıştılar, ancak Hatcik savcılığa başvuracağını, bir anne olarak çocuğunun nerede olduğunu bilmeye hakkı olduğunu söyleyip diretince, istemeye istemeye Hamdi’nin Eskişehir’e tayin olduğunu söylediler. Şimdi sıra Eskişehir’e gidip oğluna kavuşmaya gelmişti ama nasıl? Parası yoktu, işi yoktu. İmdadına yine Sevim Hanım yetişti ve onu bir avukat arkadaşıyla görüştürdü.
Avukat, “Önce düzenli bir işiniz ve bir eviniz olmalı. Sonra sağlık raporlarıyla tamamen sağlıklı olduğunuzu ispatlamalısınız, ardından bir velayet davası açar işi bitiririz,” dedi. Yavaş ama emin adımlarla hareket etmeli, acele etmemeliydiler. Oğlunu çok özlemiş olsa da sabretmeli ve tamamen güçlenmeden karşılarına çıkmamalıydı. Bağrına taş basıp kabul etti avukatın dediklerini Hatcik. Onlar Eskişehir’de olduklarına göre, Hatcik de oraya gitmeli ve kendine orada yeni bir hayat kurmalıydı. Sağlıklı Hayat’ın sahibi, yıllardır yanlarında çalışan bu cefakâr kıza yardım etmek için imkânlarını seferber etti ve Eskişehir’de zayıflama ameliyatları yapan bir doktorun kliniğinde bir iş ayarladı. Sadece bugün üçe kadar mutlaka klinikte olmalı ve iş görüşmesini gerçekleştirmeliydi Hatcik. İşte bu yüzden sabahın köründe Sinop’tan yola çıkmış, kan ter içinde Ankara’da hızlı trene yetişmiş, Eskişehir’e gidiyordu.
“Trenimiz Eskişehir Garı’na girmek üzeredir. Bu istasyonda inecek yolcularımızın hazırlanmalarını önemle rica ederiz…” diyen anonsu duyunca başını dayadığı camdan kaldırdı. Gözündeki yaşları sildi, toparlandı.
“Ankara, Eskişehir arası bir Hatcik etti” dedi, kendi kendine. Bütün hayatını yeniden yaşamıştı sanki bu tren yolculuğunda. Kalktı sırt çantasını yeniden omuzlayıp indi trenden. Tren garının dışında sert bir rüzgâr, Porsuk nehrinin rutubetini getirerek ısırdı yüzünü. Ürperdi bir an. Alışkın değildi böylesi ayaza. Sırtını dikleştirdi, “Rüzgâr ne kadar sert eserse essin, ben bir dağ olup karşı duracağım her borana. Oğlumu kazanana kadar da yıkılmayacağım,” dedi, boş taksiye elini kaldırırken. Nereye diyen taksiciye kliniğin adresini verdi.
“Kim geldi diyelim?”
Kliniğin girişinde kırmızılı beyazlı bir bankonun arkasında oturan sarışın sekreter kız, kibarca sormuştu sorusunu.
“Hatc… Yok, hayır. Hatice Güçlü geldi deyin lütfen. Ben, yani Hatice Güçlü!”