Babasının elini sıkı sıkı tutuyor bırakmıyordu Mehmet. Konuşmak için sık sık başını yukarı doğru çeviriyor, elini sıkarak “Beni dinler misin?” der gibi işaret veriyordu. Heyecanla sıralıyordu sorularını art arda:
“Her gün gelecek miyim baba?”
“Çemberimi de yanıma alabilir miyim?”
“Sen camiye gidince ben dükkânda yalnız mı kalacağım?”
Küçücük yüreğinde endişelerin her çeşidini yaşamaya başlamıştı bile. Nereden bilebilirdi hayata dair en işe yarar dersleri orada, sarı nahit taşlarıyla örülmüş o küçük dükkanda öğreneceğini.
Annesinin “Alla maik” diyen sesi kulağında takılı kaldı evden çıkarken. Evlerinde o sözü duymadan çıkmak mümkün değildi. Bir çeşit onaydı sanki. O söz söylenmezse işlerinin rast gitmeyeceğine inanılırdı. Evden çıkmadan annesini özlemeye başlardı. Evin en küçüğüydü o zamanlar. Bir kız, iki erkek çocuktan sonra doğduğu için komşular üç çocuk bir aileye yeterli düşüncesiyle onu fazla görmüşler, kendi aralarında isim takmışlardı ona, “Fazla Mehmet.”
Aslında üç çocuk bile fazlaydı o zor yıllarda bir aile için. O savaş sonrası doğan çocuklardan biriydi. II. Dünya Savaşı’nın etkisi çok derin yaşanmıştı doğduğu şehirde. Çok yokluk görmüşlerdi. Geçim derdi nedeniyle okulu bırakıp çıraklıkla çalışmaya başlayan çocuklar vardı. Kuyumcu, Bakırcı ,Terzi dükkanlarında çıraklık yapan çocuklar daha sonra bir basamak çıkıp kalfa olurlar ve bir gün kendi işlerini kurmanın hayali ile yaşarlardı.
O yılları anlatırken zengin ve fakir arasındaki fark ekmeğin rengiydi derdi Mehmet esprili bir şekilde. Zenginin yediği beyaz ekmekti, bizim ekmek az esmeri. Zengin fırına ekmek almaya giderken biz ekmek pişirmeye giderdik, derdi. Evde yoğrulurdu ekmeğimiz. Öyle büyük bir fark yoktu zengin ile fakir arasında.
Annesinin işi çoktu, babası onu dükkâna götürüyordu. Aslında amaç onu tatil günlerinde oyalamaktı. Mehmet keskin zekası, engin hayal gücü ile kendini iş hayatına başlamış gibi görünüyordu. Sanki yeni bir hayata başladı dükkânda.
Kendi kendine gülümsedi o günleri yıllar sonra anımsarken. Hayatı bir dizi gibi, otuz iki bölüm tekmili birden geçti gözlerinin önünden. Savurkapı Mahallesi sakinleri geçti gözlerinin önünden. Mardin’in güzel kadınları güzel oldukları için güzelliklerini karalar içinde saklarlardı; sessiz ve sakin yaşarlardı. Kadınlar çalışmazdı, kadınlar çocuk doğurur, çocuk büyütürlerdi.
Ben neden kadınları çok sevdim diye düşündü. Benden sonra doğanlar ile birlikte dokuz kardeş anne sevgisini paylaşmak zorunda kaldığım içindir. Anne sevgisine doyamadığım içindir. Annemi aradım kadınlarda, o sevgiyi aradım. Bulamadım aradığım sevgiyi. Doyamadım sevmeye, sevilmeye. Fazlaydık, hepimiz fazlaydık bir aile için. Hep çok çocukluydu aileler. Fazlaydık bu hayata. Ne anneler kadınlıklarını bildiler ne de çocuklar çocukluklarını. Onun içindi Fazla Mehmet’in kendisine takılan adı unutamayışı.
Fazla Mehmet olmasının iç burukluğu fazla sürmedi. Bir gün annesine bir an önce kavuşmak için koşarak eve döndüğünde bir sürprizle karşılaşmıştı. Annesi loğusa yatağında yatıyordu yanında yeni doğmuş bir bebek ile. Bir kardeşi daha olmuştu. Annesi: “Bak Mehmet sen artık ağabey oldun!” dedi, içi burkuldu Mehmet’in. Koşarak annesinin yanına gitti, sarıldı annesine. Annesi çoktan bebeği yanına yatırmış ona kollarını açmıştı. Düşünüyordu Mehmet, ya annem bebeği daha çok severse… Annesinin yanında yatan bebeğe doğru eğildi, onu kokladı. Anne kokusu ona geçmişti sanki. Beyazlar içinde küçücük pembecik bebek hoşuna gitti.
“Anne bebeğin adı ne?”
“Ekrem” dedi annesi.
Mehmet birden sevinçle gülmeye başladı. Adeta çığlık attı ” Sen Fazla Ekrem’sin, artık ben fazla değilim” dedi.
Fazla Mehmet olmaktan kurtulmuştu. Artık yeni bir fazlası vardı evin.