Üç ve Katları

“İnsan hiçbir şeye alışmamalı.”*

 Emziğini bırakmak istemeyen çocuk direnişiyle dişlerinin arasında sıktığı sigaradan peş peşe üç derin nefes çekti.

 “Üç müydü be? Ya dörtse?”

  Elleri titredi. Yer yer kızarık ve derisi soyulmuş parmakları, rüzgardan yüzüne yapışmış kestane rengi dolaşık saçları arasında gezindi.

 “Hay ben senin saydığın nefesin… İki nefes az çekince yahut fazla olunca gebermeyecek misin kızım sonunda?”

 Tüm sıkıntısını yanaklarında şişirip dişleri arasından üfledi.

 Bir, iki, üç… Sigarayı hırsla otları sararmış toprağa fırlattı. Bir adım atacaktı sadece. Önündeki boşluğa doğru tek bir adım… Böylece kurtulacaktı Mükerrer, adıyla birlikte tüm tekrarlardan. Yolun kenarına park ettiği kırmızı Uno marka arabasının kilidi yanında mıydı? Açık mavi kot pantolonunun yan cebini yokladı. Şişkinceydi. Derin bir soluk aldı. Ağlamaktan kızarmış elâ gözlerini kapattı. Sağ bacağını dizden kırıp ileriye doğru uzattı.

 “Bravo Mükerrer! Tebrikler! Zira sen türünün tek örneği, su katılmadık bir salaksın.” İçinden yükselen bu sözler, kendi rengini kaybetmiş, annesinin ses tonuna bürünmüştü. Tıslamaya devam etti annesi vesvese kuyusundan: “Zıkkımlandığın o sigara sen geberirken ya bu koruyu yakarsa?”

 “Çok da şeyimde! Bana ne, yakarsa yaksın!”

 Hannas, tekrar eğildi ve genç kızın kulağına, kördüğüm olmuş cümleler üfledi. Düğümlere üfleyenlerin şerrinden…

 “Ecelin kaçmıyor ya. Ayağınla üç kez ez. Toprakla iyice söndüğünden emin ol, sonra ne halt ediyorsan et!”

 Dırdırcı kaynana edasıyla nefes aldırmayan zihnindeki sesle inatlaşmak boşunaydı. Vesveseyle inatlaşan donuna ederdi. Nasılsa yine o kazanacaktı. Çenesi çekilesice şeytan! Hem uymasa ne yapacaktı ki! Ağzının tadıyla öbür tarafa göçemeyecekse ne halt etmeye gelmişti ki buraya…

 Sağ bacağını indirmediğini fark etti. Yere fırlattığı izmarit, yerini yadırgamış vedayı sindirememişçesine içli içli tütüyordu. Ayağıyla iyice ezdi. Bir daha, bir daha… Tam üç kere.

 Bir, iki, üç diye say. Başka bir şey düşünme. Bir uçurumluk canın var. Hadi Mükerrer! Bu kez yapabilirsin. Hem burada geçen seferki gibi ne taşıt sesi ne çıldırtan kornalar ne de insanı gıcık eden kahrolası pislikler var. Kuş gibi hafif bedenini öne doğru getireceksin. Gözlerini kapatıp aklına bir şey getirmeden hoop aşağıya süzüleceksin. Rüzgar ensene soğuk nefesini üfleyecek yüzüne doğru yürüyen sıcaklığa inat. Ayakların boşlukta yüzerken için boşalacak, kalbin son kez şahlanacak. Vücudun bir çuval gibi yere yapıştığı an bedenini terk ederken canın çok yanacak. Ama hayatını cehenneme çeviren ritüellerin, takıntıların, sayıların hiçbir anlamı kalmayacak. Sona erecek çektiğin azap. “Azap” sözcüğü kalbini titretti. Sağ elini kalbine götürdü. Annesini gömdüğü yere.

 “Okuldan dooğru eve gel Mükerrer!

 Kalınlaşmış ve konuştukça çatallaşan ses giderek yükseldi:

 “Pis yerlere gidersen, günaha bulaşacak şeyler yaparsan öbür tarafta cehennem azabına uğrarsın. Merdiven altından geçme. Kara kedilere sakın bakma. Anladın mı beni?”

 Sarı yazması hareket ettikçe başından kayan kadın, peş peşe sıraladığı tembihlerin peşi sıra yerde sürüklediği viledayı da aynı kararlılıkla darlayarak evin her köşesini kırklıyordu. Gözleri daldı kadının. Mahsunlaştı. Eyüp Sultan, yağmur olup yere düşen gözyaşları, tarihi hamam…. Ardından… Bir tas su. İki tas, üç tas… Kırkıncı tas… Tası evvelâ suyla dolduruyor, ardından su yerine kaygı akıtıyordu başından aşağıya Selviye. Geçmişin günahlarını tek başına sırtlanmış, saklamıştı ölene dek Mülayim Bey’den. Gaddardı. En çok da kendine karşı.

 Hele Mükerrer doğunca lohusalığına bağladı mahallenin kadınları tuhaflıklarını. Mülayim Bey’in ağzı var dili yoktu karısına bu huzursuz tekrarları soracak. Kaşları çatıldı. Açık saman sarısı parkeler ikide bir silinmekten kabarmıştı. Mükerrer ise o sırada annesine dönüp söylediklerini başıyla onaylamış okuluna yetişmeye çalışıyordu. Önündeki temizlik kovasını telâştan görememiş, ayağını daldırıvermişti.

 Vay sen misin kovaya lap diye ayağını daldıran! Bir temiz sopa yemişti okula gitmeden. Üç ve üçün katları hayatının parçası olduğu kadar dayağın da parçasıydı. Üçten aşağısı kurtarmazdı. Üstüne yağmur gibi inen darbeler arasında gözü bir şeye takıldı. Kıvrandı huzursuzca yerinde. Sonra ok olup salon duvarına fırladı. Aile fotoğrafı yana kaymıştı asılı olduğu çividen. Kurtardı yamukluktan. Rahatladı. Temizlik paspasının sapı sırtına ve kaba etlerine değdikçe Mükerrer’in canı yanıyordu. Ama en çok yüreği… O üç harfli kelime, coğrafya gibi kader miydi herkese? Ana.

 Annesini toprağa verdiği günden beri ne banyo yapabilmişti ne üçünde, yedisinde, kırkında helva kavurup dağıtabilmişti çevresine. Rahmetli babasından kalan paralar da suyunu çekmek üzereydi. Su demişken, musluğu kapatıp tuvalettin sifonunu üç kere çekmiş miydi? Elini alnına vurdu. Arabanın anahtarı cebinde miydi?

  • Veronica Ölmek İstiyor, Paulo Coelho

1 thoughts on “Üç ve Katları”

Yorum bırakın