Yük

 İstanbul’un en eski semtlerinden birinde , ahşap kagir cumbalı evlerin sıralandığı çıkmaz sokakta hummalı bir telaş , farklı bir kalabalık…Komşuluk ilişkilerinin neredeyse akrabalık derecesinde güçlü olduğu, her kutsal günün, bayramın, Noel’in, Paskalya’nın, Aşure ayının, Ramazan’ın bereketinin birlikte kutlandığı, imecenin günlük hayatın olağan akışında normal olduğu , yoktan var edenlerin yaşadığı dönemler…. Düğünlerin, cenazelerin, hastalıkların tek bir evde değil de tüm evlerde yaşanıyormuşcasına sevincin, hüznün, kederin paylaşıldığı, komşuda pişer bize de düşer zihniyeti ile evler arası dolu tabakların çocukların ellerinde gidip geldiği zamanlar.

 Ahşap , pirinç tokmaklı açık kapılardan dışarı taşan ışıkların yanında cılız kalan sokak lambasının dibindeki o evlerden birinde kapı önü kalabalığını, kahverengi üniformaları içindeki gece bekçilerinin tiz düdüğü bölmüştü. Ayaküstü birkaç dakikalık muhabbetten sonra “ Allah kavuştursun “ diyerek görevlerinin başında olduklarını tüm semte duyurdukları kulakları çınlatan düdük sesleri ile gecenin karanlığında kayboldular. Gökyüzünün tüm karanlığını kaplayan pırıltılara, yeryüzünde evin önündeki çağla yeşili gıcır gıcır Mercedes araba eşlik ediyordu. Az sonra gelin çıkacakmış hissi uyandıran heyecanlı kalabalık, ardına kadar açık kapının önünde toplanmıştı. Ağustos ayının tüm bunaltıcılığına rağmen bir yandan çay servisi yapılıyor, bir yandan da dışarıya valizler taşınıyordu. Bütün odaların ışıklarının yandığı, sokak kapısının ardına kadar açık olduğu evin basamaklarında, uykulu gözlerini ovuşturan küçük kız, geceleri duyduğu bu tiz çığlığın sahiplerini görmüş ve “ gece bekçisi “ kavramı kafasında oturmuştu. Korkulacak bir şey yoktu. Dedesi gibi, babası , dayısı gibi adamlardı onlar da. Gözleri kapanıyordu ama kimse uyku saatini geçirdiği için bir şey demiyor, hatta hiç kimse onunla ilgilenmiyordu. Alışık olmadığı bir durumdu. Annesinin lüle kızı, büyükannesinin saraylısı, dedesinin şekerparesinin yanından sayamadığı kadar ayaklar bir içeri bir dışarı girip çıkıyor , kimse ona sen niye burada oturuyorsun, demiyordu. Teyzesi, dayısı, büyük halası, babaannesi, dedesi, küçük halası herkes buradaydı, bayram gibiydi. Sarı elbisesinin önüne döktüğü dondurmaya kimse bir şey dememiş, kızmamış, hatta annesi değiştirmesi için onu odasına yollamamıştı. Eriyen dondurmadan yapış yapış olan ellerine bakarken, üst dudağının üzerinde kuruyarak gıdıklanmasına sebep olan kahverengi lekeyi diliyle şöyle bir sıyırdı, tadı hiç hoşuna gitmedi. Çok sıkılmıştı, çok. Defalarca yanından geçip giden ayaklardan, annesini kırmızı ev terliklerinden tanıyordu. Bütün herkes babasının onları gezdirdiği arabanın başındaydı. Çok büyük arabası vardı babasının. Yine gidiyordu , çok uzakta çalışıyordu “Almancı”ydı . Uzakta çalışıp da babası gibi akşamları eve gelmeyen babalara “Almancı” deniyordu. Gül’ün babası da Almancıydı. Onun kırmızı bisikleti vardı. Bir keresinde binmesine izin vermişti ama dedesi “Emanet çocuk, hiç mi aklınız yok, bir şey olsa ne deriz babasına” diyerek annesi ile büyükannesine kızmıştı. Üzülmüştü üzülmesine, ama bir yandan da Gül’ün bir tek onun binmesine izin vermesi gururlandırmıştı, çünkü mahallede sadece onların babaları Almancıydı. İçerde ağlayan küçük kardeşinin yanına koşan annesi yine kırmızı terlikleri ile kapının önünde oturduğu mermer basamağın yanından geçip gitti. Üç yaşındaki çocuklar hep ağlardı, o da ağlasa fark ederler miydi? Ama altı yaşındaydı, ablaydı, ağlarsa kızabilirlerdi. Tombul yanaklarını daha da şişirerek etrafına bakındı. Komşu kadınların bir kısmı ayakta dikildikleri kaldırım taşının kenarında çaylarını yudumlarken, bir kısmı da sürekli konuşuyordu.

 “ Ay yavrucak hissetti zaar…”
“ Gurbetlik zor kardeş bilirim.”
“Müzeyyen hanımın da işi zor, el kadar bebe.”

 Uğultu halindeki karışık konuşmaların arasından annesinin sesi geldi kulağına. Galiba ağlıyordu, kardeşine söylediği kelimeler ara sıra kesilirken burnunu da çekiyordu. Bazen geceleri de ağlardı annesi, sesini duymasa da anlardı. Ama şimdi sesli ağlıyordu. Bukleli saçlarını savurarak oturduğu basamaktan çevirdi başını, ardına kadar açık büyük ahşap kapıdan içeri bakmaya çalıştı. Çok sıkılmıştı, annesine sarılarak uyumak istiyordu artık.

 Arabanın üst tarafına yerleştirilen bagaja büyük valizler konulmuştu. İki valizse arabanın yanında yerde duruyordu. “ Başka var mı?” diye seslendi babası. Kucağında kardeşi ve kırmızı terlikleri ile sokağa çıkan annesi yine yanından geçerek, “Yok, hepsi bu kadar.” demişti. Büyükannenin elinde bir maşrapa ve bir ibrik vardı. Dudakları kıpır kıpırdı. Babası yine gidiyordu, biliyordu, öğrenmişti artık. Annesi ile büyükannesi, arabanın arkasından su atacaklar, sonra birbirlerine sarılıp ağlayacaklar, herkes “Allah kavuştursun kardeş” diyecek, komşular evlerine gireceklerdi. En son annesi ile kendisi kalacak sonra onlar da evlerine girip birlikte yattıkları büyük yatakta birbirlerine sarılarak annesinin kokusu ve sıcaklığı ile uykuya dalacaktı. Uykudan ağırlaşan gözlerini açık tutmaya çalışırken , gözlerini elbisesinin eteğindeki kocaman olmuş kahverengi dondurma lekesine dikmişti.

 “ Su gibi gidip, su gibi gelin”,
“ Allaha emanet olun”,
“ Gözünüz arkada kalmasın”

 gibi temenniler ardı ardına sıralanırken kırmızı terliklerini çıkarıp yerine siyah ayakkabılarını giyen genç kadın bu kez küçük kızın yanından geçip gitmedi. Bir anlık duraklamadan sonra çömeldi, basamağa kızının yanına oturdu. Bir tuhaflık vardı. Küçük kızın gözleri elbisesinin önündeki dondurma lekesindeydi hala. Sıkı sıkı sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayan annesinin ılık gözyaşları boynunu ıslatıyordu. Sıcaktan ve annesinin gözyaşlarından lüle saçları tombul yanaklarına yapışmış, yüzünü kaşındırmaya başlamıştı. Başlarına toplanan komşu kadınlar hep bir ağızdan konuşuyorlar, küçük kızı iyice şaşkına çeviriyorlardı.

 “ Ah yavrucaklar… “
“Gurbetlik zor şekerim.”
“ Daha çok küçükler, yok büyük babaannede kalacak, oğlana Müzeyyen hanım bakacak.”
” Kız da kalırsa çok yük olur, en iyisi valla.”
“ Hadi hanım!” diyen babasının sesi ile annesinin gevşeyen kollarından, babasının tütün kokan kucağına geçivermişti. “Babaannen ile dedeni, halanı üzme, akıllı , uslu ol emi , kardeşini özlediğinde seni getirecekler, sen artık büyüdün, yük olmazsın.”

 Yük olmak iyi bir şey değildi, yük olmaması için o babaannesine gidecekti. Babası direksiyonun başına geçtiğinde annesi yanına oturmuştu. O şimdi dedesinin kucağındaydı. Annesi de mi Almancı olmuştu? Artık ona sarılamayacak mıydı? Yük mü olmuştu annesine? Tutamadığı gözyaşları yanaklarından süzülerek dondurmadan yapış yapış olmuş dudağına doğru akarken başını usulca dedesinin omzuna yasladı.

 Bu ayrılıklar küçük kızın sonraki hayatında Almancı olarak değil, farklı şekillerde tezahür edecekti. Ama annesinin ilk Almancı olduğu andaki gibi bir anne kokusunu, anne sıcaklığını bir daha hiç bulamayacaktı. O gece annesi, kokusunu da sıcaklığını da beraberinde götürmüştü. Arayışları, ne aradığını bilmeden bilinçaltındaki kokuyu bulması için savuracaktı onu. İleriki yaşlarında da bilinçaltına kodlanan yük olmama kavramı ile yük olmamak adına sırtlanacağı yüklerin belini ne kadar bükeceğinden, başkasına yük olmak yerine kendini kendine yük edeceğinden habersiz direnemedi yumuk gözleri, usul usul kapandı dedesinin geniş omzunda.

 Yolculuğu çatlaklarla dolu olanlar hep arayış içindedirler. Bu sebeptendir ki meşakkatli yolculuğunda ne kadar tökezlese de düşse de elini, lüle saçlı, sarı elbisesi kahverengi dondurma lekeli küçük kızdan başkasının tutmasına müsaade etmeyecek, büyümesine izin vermeyecekti.

Yorum bırakın