Birkaç adım önümde yürüyordu. Ensesinde topladığı saçlarının topuz kısmında yer yer sarılar ancak sımsıkı topladığı için oldukça gergin görünen baş kısmında bu sarılardan ziyade bolca beyaz vardı. Saçlarını aylar önce boyatmış ve ardından bir sonraki boya zamanına erişemeden kendinden vazgeçmiş gibiydi. Omuzları önüne düşmüş, ağır adımlarla ilerliyordu. Yüzünü merak ettim, yaşını merak ettim. Yüzündeki çizgilerden bir hesap yapabilirdim. Adımlarımı hızlandırdım. Aramızda bir iki adım mesafe bıraktım. Kollarının nasıl da bedeninden kopukmuşçasına ileri geri hareket ettiğini daha net seçebiliyordum artık. Dokunduğum an yana devriliverecekmiş ve bu devrilişten de hiç şikayet etmeyecekmiş gibiydi. Biraz daha hızlandım. Artık yan yana yürüyorduk. Yanından geçip gidiyormuşçasına çaktırmadan bakmaya çalıştım yüzüne. Çabam bu kırık dökük aynada parçalandı, yersizliği yansıdı dört bir yana. Bir beden yürüyordu yanımda; bakışsız, renksiz ve hatta soluksuz. Yaşıyla paralel olmadığına ikna olduğum derin çizgilerle çevrelenmişti gözleri. Dudaklarının kenarları ise pürüzsüzdü. Gülümsemeden eritmişti sanki yıllarını. Biri kolundan tutmuş da kendi yıllarının tozunu süpürmek için sürükleyip durmuştu onu. Yer çekimine böylesi bir teslimiyeti tanışıklığından sürdürüyordu besbelli, başka türlüsünü bilmediğinden.
Birlikte yürümeye başladık. Ben mi onun hızına uyduruyordum adımlarımı yoksa o mu bana eşlik etmeye başlamıştı bilmiyorum. Bir müddet sonra dönüp de hiç bakmaz oldum ona. Gideceği yeri bilir gibiydi adımlarım. Yalnızca zaman zaman ona doğru meyledip ardından toparlanıyor, çarpmaktan son anda kurtarıyordum kendimi. O bundan da habersiz görünüyordu. Kalabalık caddeleri arkamızda bırakmıştık. Tek tük evlerin bulunduğu sokaklarda dolaşıyorduk. Varacağı yeri biliyor ancak yolu zaman zaman karıştırıyor gibi tereddütle atmaya başlamıştı adımlarını. Tanımaya çalışıyordu besbelli.
Zemine biraz daha sağlam basmaya başladığı o an anladım. Bulmuştu. Tanımıştı. Temkinli halini üzerinden silkeleyip hızlandı. Müstakil bir evdi önünde durduğumuz. Kendisinden büyük bir bahçesi, bahçede bir köpek kulübesi vardı. Bahçe kapısını açtı ve içeri girdi, peşi sıra ben de. Eve doğru ilerlerken kulübenin içinden kıvır kıvır saçları yer yer yüzüne yapışmış üç dört yaşlarında bir kız çocuğu çıktı. Ağzı yüzü yemek artığı içindeydi. Elinde boş bir tabakla o da eve yönelmişti. Onu görünce duraksadık. Birlikte kızı izlemeye başladık. Kız evin kapısını çaldı, kapı açıldı. Ancak açan kişi kapıyı açtığı anda arkasını dönüp gitmişti. O an kendiliğinden açılan kapıları hiç sevmediğimi hatırladım. Kimin açtığı, kime açıldığı belirsiz, gelenin hoşluğunu teslim etmeyen, içeriyle dışarıyı birbirinden ayırmayan o kapılar. Bazen sırf dönüldüğünde biri açsın ve hoş geldin desin diye terk edilen evlerin çıkarken çarpılan kapıları. Bu küçük kız da işte aynen öyle çarptı bu kapıyı. Girerken çarptı. Henüz gittiği yerden dönüp de geleceği güne bağlamamıştı umudunu. Hazır içerideyken duyurmaya çalışıyordu sesini.
Sonradan hatırladım. Ben de böyle bir evde, çok severken canına kastetmişim bir kedinin. Kedi ben gittikten birkaç gün sonra ölmüştü. Sonraları esprili bir dille ne çok anlatıldı bu hikâye. Oysa bana kalırsa ben öldürmemiştim kediyi. Olsa olsa kedi bu dünyada aslında ne kadar çok sevilebileceğini görmüş ve de ardından o sevginin noksanlığında yitip gitmişti. Benim onu sevdiğim gibi sevilmeye devam edebilseydi ölmezdi. Mesela bu kız da şu kulübedeki köpeği çok seviyor olmalı. Yemeğini onunla paylaşıyor, kendi karnını onun yanında doyuruyor. Sonra belki de üstünün başının pisliği sayesinde evde bir çift laf işitiyor. Bu sayede unutmuyor ismini.
Bağırıp çağrılmaların hakkını kimseler vermiyor. Görmeden, duymadan, görülmeden, duyulmadan büyümenin bedelini hesap defterine nasıl işleyebileceğini hiç kimse bilmiyor. Mesela bu yanımdaki; gözleri kapıya kilitli öylece duruyor. Cildi kupkuru, tek bir mimikle çatır çatır çatlayacak sanki.
Evin kapısı açılıyor ve o küçük kız dışarı çıkıyor. “Boncuk!” diye sesleniyor. Köpeğin ismini öğreniyoruz böylece. Daha doğrusu isimsizliğini. Tanımadan, tanımaya yanaşmadan yalnızca boncuk boncuk bakmalarından yola çıkarak ezbere koyulan bir isim. Boncuk çıkıyor kulübesinden, sağa sola bakınıyor, küçük kızın yanına gitmektense bana doğru koşuyor. Kaçasım geliyor ancak kaçmıyorum. Eğilip sevmeye başlıyorum. Kız da geliyor yanıma, o da seviyor köpeğini. İsmini soruyorum “Aysel” diyor. “Benim ismim de Aysel, ne tesadüf!” diyorum. “Tesadüf değil ki!” diyor, sağ omzunu hafifçe yukarı kaldırıp başını da sağa eğip gülümseyerek. Sonra gözleri öteki kadına kayıyor. Bakışları donuklaşıyor. “Onunki de Zuhal.” diyor sessizce. Zuhal’in bakışları evin kapısına kilitli. Zuhal’in yalnız bakışları değil, sanki tüm yüzü kilitli. Bir ağlasa açılacak. Gözyaşlarıyla ıslanan yüzü biraz olsun yumuşayacak.
Ben Zuhal’in yüzünde kaybolmuşken, bir anda bana döndü Aysel’in bakışları. Yüzümü, gözümü incelemeye başladı. Parmağını sehpada biriken tozu tespit eder gibi yanağıma sürdü. Eline bulaşan fondötene baktı. Kaşlarını çattı, tekrar yüzüme doğrulttu bakışlarını. Bu defa göz altlarımdaydı parmakları. Bütün yüzümü siliverecek gibiydi. O sildikçe parmaklarında birikenler yüzümden eksiliyor, bir türlü kapatamadığım utancım biraz olsun hava alıyordu. Bir ağlasam akacaktı sanki tüm makyajım.
O esnada Zuhal eve doğru yürümeye başladı. Başlarda çekimser, adımladıkça kararlı bir yürüyüştü bu. Evin kapısına geldi ve var gücüyle yumruklamaya başladı kapıyı. Kapı açıldı. Bu defa kendiliğinden değil. Kapıyı açan eşikte öylece dikiliyordu. Şaşkınlığı yerini mahcubiyete bıraktı. Ardından bir adım kadar geriye çekildi ve Zuhal’e yer açtı. İkisi de içerideydi artık. Eşikten birlikte bize bakıyorlardı. O kapı sanki hiçbir zaman böylesine açık olmamıştı. Öyle ki içeriden minik adımlarıyla sarı bir kedi de eşikteki yerini aldı. Bir anlık şaşkınlığın ardından usulca geçiverdi eşiği. Aysel kediye koştu, ben Aysel’e. O kediye sarıldı, ben ona. Zuhal ağladı, ben ağladım. Bunca zaman onun ifadesizliğiyle kapattıklarını makyajımla örtmeye çabalamıştım ben de. Aktı da aktı makyajım. Zuhal’in ıslanıp yumuşayan yanakları gülümseyebilme yetisini geri kazandı. Hep birlikte atladık o eşikten ve içeri girdik. Kapıyı usulca kapatırken fısıldadım: “Hoş geldim.”